Zekâtın Dağıtımı

Zekâtın Dağıtımı

  1. Zekât Verilecek Sınıflar
    1. Fakirler
    2. Miskinler
    3. Zekât Memurları
    4. Müellefe-i Kulub
    5. Köleler
    6. Borçlular
    7. Fî Sebilillâh
    8. Yolcular
  2. Zekât Verilemeyecek Sınıflar
    1. Zenginler
    2. Çalışma Gücü Olanlar
    3. Gayrimüslimler
    4. Yakın Akrabalar
    5. Haşim Oğulları
  3. Vermenin Keyfiyeti
    1. Hepsine Birden Vermek
    2. Yakınlara Vermek
    3. Günümüzde Öne Çıkan Bir Vazife
  4. Günümüzde Zekât Organizasyonunu Deruhte Eden Kurumlar
  5. Temlik
  6. Bitirirken

A. Zekât Verilecek Sınıflar

Zekâtın kimlere verileceğini bizzat Kur’ân söylemekte, bunları sekiz sınıf olarak tespit etmektedir: إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِنَ اللهِ وَاللهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, zekât toplayan memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere ve yolcuya mahsustur. Allah her şeyi bilendir, her yaptığını hikmetle yapandır.[1]

Kur’ân’ın; fakirler, miskinler, zekât memurları, müellefe-i kulûb, köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolcular şeklinde zikrettiği bu sekiz sınıfın açıklaması şu şekildedir:

1. Fakirler

Öteden beri ulema, âyetin ilk iki sırada zikrettiği fakirle miskin arasında, hatları kesinleşmiş net bir farklılık ortaya koymada zorlanmışlardır. Kimileri, fakiri, mü’minlerin içindeki ihtiyaç sahipleri, miskini de İslâm hâkimiyetini kabul etmiş gayrimüslim teb’anın fakirleri olarak tarif ederken; kimileri, fakiri, ihtiyacı olduğu hâlde bunu kimseye açmayan, miskini de ihtiyaçlarını söyleme ve başkalarına bildirme konumuna gelmiş insan olarak değerlendirmişlerdir. Başka bir bakış açısıyla fakiri, malı olan ama nisap miktarına ulaşacak seviyede olmayan, miskini ise o kadar da malı olmayan, iyice düşkün durumda olan olarak anlayan bir kısım ulemanın yanında, aynı tarifi ters istikamette yapan, yani miskini öyle fakiri böyle değerlendirenler de olmuştur. Bunun yanında bazı âlimler, âyette yer alan fakir ve miskin ifadelerinin aynı mânâya geldiğini ifade etmiş, muhtaçların iki ayrı kelimeyle sekiz sınıf içinde iki ayrı grup olarak zikredilmesinin, Allah’ın bir rahmeti olarak ihtiyaç sahiplerini nazara verdiğini ve onlara 2/8 oranında pay verilmesini ima ettiğini ifade etmişlerdir. Bu anlayışa göre muhtaçlar, sekiz sınıf içinde iki kez zikredilmek suretiyle, diğerlerine nazaran iki kat pay alabilmektedir.

Fakir-miskin farkıyla alakalı başka şeyler de söylenmiştir. Aradaki fark her ne olursa olsun, ikisine de zekât verilmesi hasebiyle hüküm açısından bir fark yoktur. Dolayısıyla biz bir görüşü esas alıp ona göre mevzuu anlatmaya gayret edeceğiz.

Fakir; sosyal hayatta hâline muttali olunamayacak kadar kendisini gizleyen, kıt kanaat geçinen kimsedir. Kur’ân’ın ifadesiyle يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ “Kimseye el avuç ifadesiyle, açmadıklarından dolayı, bilmeyen onları zengin zanneder.”[2] Yani bunlar, dişlerini sıkmakta ve hâllerinden hiç kimseye en ufak bir şey hissettirmemektedirler. Ancak bir şekilde bunların hâline muttali olunması ve kendilerine zekât verilmesi gerekmektedir. Bir yolu bulunacak, evine gidilecek, hâli araştırılacak ve böylelikle kendi kendine ızdırap çekmekten kurtulmasına vesile olunacaktır.

Elinden tutulup cemiyete kazandırılamamış nice fakirler vardır ki, gün gelmiş başkaları onları karanlık emellerine alet ederek yalancı Cennet vaatleriyle uyutmuş ve insanlığın başına belâ haline getirmişlerdir. Dünyanın değişik yerlerinde, belli bir hayat standardının altında yaşayan ve çoğu zaman da ağır işlerde çalışan işçi kesimi, zamanında madde ve mânâ yönüyle zenginleştirilip elinden tutulmadığı için, cemiyetlerin altını üstüne getirmiş ve dünya çapında unutulmaz hâdiselere sebebiyet vermişlerdir. Mesele bu kerteye geldikten sonra yapılan mualeceler hep ters etki göstermiş, tedavi yerine hastalığın daha da azdığına şahit olunmuştur.

Kur’ân ise potansiyel bir tehlike alanına çekilebilecek durumdaki kimselerin, daha başta farkına varılarak ihtiyaçlarını gidermeyi ve içtimaî hayatı bu türlü arızalardan korumayı hedef almış, “Allah’tan bir farz olarak” fakirlere zekât verilmesini emretmiştir.

Âyette kullanılan ifadeleri ayrı ayrı değerlendirdiğimizde, zikredilen sekiz sınıfın, bu vasıfları haiz oldukları sürece, âdeta bir işyerine ortak olan kimseler gibi zekâttan hisse alacaklarını anlıyoruz. Mesela fakir, fakir kaldığı müddetçe payı hep ayrılacak ve kendisine zekât verilecektir. Bir zengin vermezse bir başkası verecek, o da vermezse devlet elinden tutacak ve Allah’ın “ver” dediği bu sınıfa mutlaka bir yolla para aktarılacaktır. Aksi hâlde birileri fakr u zarureti içinde kıvranırken toplumun başka kesimleri bundan habersiz bir şekilde hayatlarını sürdürecektir. Ama zamanla bu sıkıntı, yalnız fakirin sıkıntısı olarak da kalmayacak, yılların ihmaliyle biriken kin ve gayz yüklü bulutlar, bir gün o cemiyetin üzerine boşalacak, dolayısıyla ne zengin, elindeki imkânı kullanırken rahat nefes alabilecek ne de devlet aradığı huzura kavuşabilecektir.

2. Miskinler

Kendilerine zekât verilmesi gereken ikinci grup kimseleri Kur’ân, miskinler olarak bildirmektedir. Yukarıda değindiğimiz üzere ulemanın bir kısmına göre miskin, fakr u zaruret itibarıyla hâlini gizleme sınırlarını aşmış ve durumunu etrafındakilere hissettirerek ihtiyaçlarını giderme durumundaki insanlardır. Yalnız bir yanlış anlamanın önüne geçme adına, âyette kullanılan “miskin” kelimesinin, Türkçemizde aldığı mânâ itibarıyla “tembel, uyuşuk” anlamına gelmediğini de hatırlatıp geçelim.

Bu tip insanların, çoğu zaman hâli, evlerindeki feryatlardan, kapı önlerinde tekeffüf ve el açmalarından, evlad ü iyalinin perişaniyetinden dışarıya sızar ve böylelikle, toplum içinde bir düşkün olduğunu etrafa hissettirir. Zaten Kur’ân’ın مِسْكِينًا ذَا مَتْرَبَةٍ “Yatağı toprak olan miskin”[3] tabirini kullanmak suretiyle aynı zamanda miskinin içinde bulunduğu durumu da ifade ettiğini görmekteyiz.

Bir tarafta en olmadık yerlere hesapsız para harcayanlar, diğer tarafta yatağı-yorganı toprak olmuş miskinlerin olduğu bir cemiyette huzurun olabileceğine ihtimal vermek, sosyal adaletten dem vurmak mümkün değildir. Karnı aç, sırtı açık ve karla-yağmurla her defasında doğrudan görüşüp, hep ızdırap yudumlayan biri, sıcacık yuvasında lüks bir hayatın sefasını çeken zengin kimselerin vicdanını sızlatmalı, onlar orada o hâlleriyle dururken bu rahat edememelidir. Aksi takdirde insan fıtratı, kinlere, nefretlere, düşmanlıklara gebedir.

Bununla bir kısım bâtıl sistemlerde olduğu gibi, fakirlik edebiyatı yapıp ayrı bir dengesizliğe sebebiyet vermek istemiyorum. Ancak İslâm, her işimizde olduğu gibi bizlere bu noktada da dengeli hareketi tavsiye etmektedir. Rahmaniyetini ilanla başlayan bir sûrenin başında dört defa denge ve dengeli hayatı bize tavsiye eden Allah (celle celâluhu), insanlar arasındaki muvazeneyi, ancak yarattığı denge istikametinde bir hayat sergilemekle devam ettireceğini ima etmektedir. İşte zekât, fakir ve miskin dâhil zekât verilecek gruplarla zengin arasındaki dengeyi tesis eden önemli bir ibadettir.

3. Zekât Memurları

Gerek âyette geçen وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا ifadesinden, gerekse Allah Resûlû’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu alandaki uygulamalarından anlaşıldığı kadarıyla, zekât adına çıkarılan para ve emtianın yerlerine ulaştırılması, bir merkez tarafından toplanıp dağıtılmak suretiyle iyi bir organizasyonla yapıldığı takdirde en güzel şekliyle icra edilmiş olur. Ferdin bizzat kendisi de, zekâtını âyette zikredilen yerlere vermek suretiyle üzerindeki mükellefiyeti eda edebilir. Ancak İslâm, bir nizam dinidir. Dolayısıyla toplum fertleri arasında sağlam köprüler kurup kapılar açacak olan böyle önemli bir işi, kendi hâline bırakmamış, belirli bir sisteme bağlamıştır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu noktada ilk akla gelen uygulaması, Muaz İbn Cebel’i (radıyallâhu anh) Yemen’e gönderirken diğer vazifeleri yanında, ondan zekât toplama işlerini de deruhte etmesini istemesidir.[4] Zekâtlarını toplamak üzere kabilelere memurlar gönderip geri geldiklerinde onlardan hesap istemesi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), zekâtın devlet eliyle toplandığını gösteren uygulamaları olarak gösterilebilir.[5]

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir yandan vazifelendirdiği memurlara ikazlarda bulunarak onları haksızlık ve zulüm gibi davranışlardan menederken, diğer tarafta da zekât verme konumundaki mükelleflere hatırlatmalar yaparak, zekât memurlarına iyi davranmalarını emretmiştir. Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) zekât memuru olarak vazifelendirdiği kimseye, إِيَّاكَ وَكَرَائِمَ أَمْوَالِهِمْ “İnsanların mallarının en iyilerini almaktan sakın.”[6] derken; zekât mükelleflerine de, أَرْضُوا مُصَدِّقِيكُمْ “Zekât memurlarınızı razı ederek gönderiniz.”,[7] (başka bir lafızla) إِذَا أَتَاكُمُ الْمُصَدِّقُ فَلْيَصْدُرْ عَنْكُمْ وَهُوَ عَنْكُمْ رَاضٍ “Size zekât memuru geldiğinde, sizden razı bir şekilde yanınızdan ayrılsın.”[8] ikazını yaptığını görmekteyiz. Dolayısıyla her alanda olduğu gibi bu mevzuda da, İslâm’ın ortaya koyduğu denge ve itidale şahit olmaktayız.

Evet, zekât memuru, kendi işlerini bir kenara bırakıp devlet adına belde belde dolaşarak, vaktinin neredeyse tamamını bu işe hasreden kişidir. Dolayısıyla maişetini temin adına onun da bir maaşa ihtiyacı vardır. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadeleriyle, العَامِلُ عَلَى الصَّدَقَةِ بِالحَقِّ كَالغَازِي فِي سَبِيلِ اللهِ حَتَّى يَرْجِعَ إِلَى بَيْتِه “Adaletli bir şekilde zekât toplayan kimse, evine döneceği âna kadar Allah yolundaki gazi gibidir.”[9]

Meseleye bir de günümüz düzenlemeleri açısından bakacak olursak, zekât toplamakla görevli âmilin durumunun, bugünkü vergi dairelerinde çalışan memurlar gibi olduğunu görürüz. Hatta biraz daha genelleme yapılacak olursa, devlet kademelerinde, eğitim-öğretim, ulaştırma ve güvenlik gibi meseleleri deruhte eden müesseselerinde çalışan memurlar nasıl devletten maaş alıyorlarsa, devlet adına hareket eden ve zamanını bu işe hasretmiş zekât memurunun durumu da aynıdır.

Bazı âlimler, zekât memurlarıyla ilgili ifadelerden hareketle zekâtın devletin bütün memurlarına verileceği mânâsını çıkarmışlardır.

Evet, zekât memurları, iyi bir organizeyle zekât mallarını tahsilde muvaffak olduğunda, devlet hazinesine her yerden sağanak sağanak gelir yağdığı görülecektir. Arpasından buğdayına, hayvanlardan ticaret mallarına, altın-gümüşten nakit paraya kadar her şeyden zekât alınacak ve böyle bir verginin yaygınlaşmasıyla devlet hazinesi dolup taşacaktır. Memurlar gerektiğinde petrol kuyularına uğrayacak, maden ocaklarını dolaşacak, dağ bayır yayılan koyun ve sığırları kontrol edecek ve hazineye girmesi gerekirken girmeyen bir kuruşluk servetin bile yerine ulaşmasını temin edeceklerdir.

Hazreti Ömer’le (radıyallâhu anh) ilgili olarak nakledilen bir olay manidardır: Hazreti Ömer Efendimiz, bir memurunun kendisine verilen maaşı kabul etmediğini duyar, o zatı çağırır ve sebebini sorar. Memur da, yaptığı işi Allah rızası için, mü’minlere yapacağı bir hizmet olsun diye yaptığını, ihtiyacı da olmadığını, maddî durumunun yerinde olduğunu dile getirir. Hazreti Ömer şöyle der: Böyle yapma! Ben de bir gün Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) verdiği bir şeyi kabul etmeyecek oldum da Allah Resûlü bana şöyle dedi: خُذْهُ، فَتَمَوَّلْهُ، وَتَصَدَّقْ بِهِ، فَمَا جَاءَكَ مِنْ هَذَا المَالِ وَأَنْتَ غَيْرُ مُشْرِفٍ وَلاَ سَائِلٍ فَخُذْهُ، وَإِلَّا فَلاَ تُتْبِعْهُ نَفْسَكَ “Al bunu, sahiplen, sonra (istersen) tasadduk et. Sen istemediğin, beklentiye girmediğin hâlde sana gelen bir şey olursa al. Eğer böyle değilse onun arkasına düşme!” [10]

Allah Resûlü’nden aldığı bu bakış açısını icraatlarına yansıtan Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), servet sahibi olan amillere de –ücret almak istememelerine rağmen– zekâttan pay vermiştir.

İşte devlet hazinesine oluk oluk servet akımında, bir sebep olarak kendini ortaya koyan âmillere zekâttan fon ayıracak ve onu başkalarına muhtaç duruma düşürmeyeceksiniz. Kur’ân ve Sünnet’in bu mevzudaki emrine uyarak, zengin dahi olsa zekât memuruna vereceksiniz. Amiller, vali de olsa, zengin de olsa topladığı zekâttan hisse alacaktır.

Meselenin farklı bir yönü de, bilhassa önemli yatırımlarda istihdam edilen kimselerin, madde itibarıyla ihtiyaçlarının karşılanması, onların hem iş verimlerini artıracak hem de bazı zayıf karakterlerin, gayrimeşru yollara girmelerinin önüne geçilmiş olacaktır. Ecdadımızın, başta eğitim ordusu olmak üzere, bu konuda ortaya koymuş oldukları performans takdire şayandır ve bana göre bu, Devlet-i Âliye’yi uzun zaman dimdik ayakta tutan en önemli amillerden biridir. Siz, bu tür memurlara bir gelir bağlamak suretiyle onların ihtiyaçlarını karşılayacak ve böylece onların bütün himmetini, yüklediğiniz vazifeye yoğunlaştırmasını sağlamış olacaksınız. Aynı zamanda bu hareketiniz, onlarda istiğna prensibinin gelişmesine de yardımcı olacak ve böylelikle devlet malının sızabileceği delikleri kapatmış olacaksınız.

Bir kısım ülkelerde olduğu gibi şayet memurlara yeterli ücret verilmez ve muhtaç bir hâlde bırakılırlarsa, onlar da gayrimeşru yollara başvuracak ve normal şartlarda kendilerine verilmesi gerekeni, hatta bazen onun çok üstünde bir miktarı almanın yolunu bir şekilde bulacaklardır.

İşte İslâm ve işte onun, insanı değerlendirirken ortaya koyduğu prensipler! Bir tarafta madde ile ihtiyacını karşılayıp memurunu istiğna ufkuna yükseltmiş, diğer taraftan onun ruhuna girip, Rabbin huzurundaki hesap gününe ayarlı bir ömür geçirmesini hatırlatmıştır. Böylece insan, maddî ve mânevî yönleriyle bir bütün olarak ele alınmıştır ki bunlar, sosyal hayatın kusursuz tanziminde akılları hayrette bırakacak baş döndürücü icraatlardır.

4. Müellefe-i Kulub

Toplanılan zekâttan hak kazanan kesimler arasında yerini alanlardan biri de, müellefe-i kulub olarak zikredilen ve İslâm’a karşı yumuşamaları ve kalblerinin kazanılması beklenen şahıslardır. Bu sınıf insanları, durumlarına ve kendilerine yaklaşımdaki niyete göre üç ana gruba ayırarak mütalâa edebiliriz:

  1. Müslüman olması umulanlar.
  2. Müslüman olduğu hâlde henüz iman gönüllerinde oturaklaşmamış olanlar.
  3. Müslüman olmadığı hâlde şerlerinden emin olunmak istenenler.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), her üç gruba da zekâttan hisse veriyordu. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Süfyan gibi inanmış ama henüz imanı gönlünde oturaklaşmamış kimselere bol bol vererek, âdeta onların madde ile gönüllerini fethetmişti. Onlar da Müslümanlıkta, cehalet hayatından daha çok avantajlar olduğunu gördüler ve zamanla gerçek mânâda imana ulaşarak, ileri seviyede bir Müslümanlık sergilediler. İşte böyle bir vesileyle Müslüman olan yaşlı Ebû Süfyan, İslâm saflarındaki gerçek yerini aldıktan sonra, günün birinde Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) gelerek, “Yermûk’te ciddi muharebe oluyor. Müsaade ederseniz, malımla mülkümle oraya gitmek istiyorum. Belki Müslümanların kuvve-i mâneviyesine bir katkımız dokunur.” diyecekti. Hazreti Ömer’in müsaade etmesiyle oraya gidecek, savaşın en kritik anlarında insanlara moral vererek İslâm saflarını ayakta tutanlardan biri olacaktı.[11] Belli ki artık yürekten inanmıştı. Ama o bu badireyi aşıncaya kadar, kalbine girmek için dünya kullanılmıştı.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Süheyl İbn Amr’a 100 tane deve verince o, 10.000 deve getirecek bir güçle İslâm’a sarılmıştı. İman, içinde oturaklaşıp taht kurunca da, servetle Müslüman olma durumundan kurtularak, terakki üstüne terakki etmiş ve istenilen zirveyi yakalamıştı. Bir gün Mekke’nin ileri gelenlerinden bazılarıyla birlikte Hazreti Ömer’in kapısı önünde bir meseleyi görüşmek için beklerlerken, kendilerine yapılan muamele hakkındaki konuşmaları bunu ele vermektedir. O gün Hazreti Ömer halifedir. Kapısında kendisiyle meselelerini görüşmek için bekleyen insanlar vardır. O, önceliği sahabenin fakirlerine verir ve Süheyb’i, Bilal’i, Ammar’ı çağırır. Bu durumda içlerinden biri, “Görüyor musun? Kapımızda çalıştırdığımız insanları çağırıyor da bizi ihmal ediyor.” deyince, Süheyl İbn Amr müdahale eder ve “Elbette öyle yapacak. Kızacaksak kendimize kızalım. Sen ve ben, kılıçlarımızı kin ve gayz ile bileyerek Peygamber’in karşısına çıkıp O’na hücum ederken, onlar Resûlullah’ın yanında yerlerini almışlardı. Tabi ki onları çağıracak. Madem durum böyle, öyleyse biz aradaki boşluğu doldurmanın yollarını bulalım. Bizi Allah yolunda cihad temizler ancak.” diyerek yapmaları gereken şeyin, o gün için, Şam önlerinde savaşan orduya katılıp savaşmak olduğunu söyler ve aile siyle beraber kalkar Şam’a gider ve orada nice yararlılıklar sergiler.[12]

Yine müellefe-i kulûbdan biri, Amvas’ta oğlunun vebadan şehadetine de şahit olmuş ve şehadet öncesi oğluna, “Oğlum! Sen Kureyş’in eşrafındansın. Sen Resûlullah’ın ordusunda kumandansın. Dişini sıkmalı ve kimseden geri kalmamalısın.” demiştir.

Evet, bu insanlar, günün birinde koyunla-deveyle Müslüman olmuştur; ama sonra kalbleri yumuşamış ve böylece insanlığa örnek birer muallim olma ufkuna ulaşmışlardır. Zira Safvan, bu değişime, “Resûlullah bana Huneyn günü ganimetten pay verene kadar insanlar arasında en çok kızdığım kimseydi. Bana o kadar çok verdi ki benim için insanların en sevimlisi oldu.”[13] ifadeleriyle baştan işaret etmişti.

Diğer bir grup da, Müslümanlığa teslim olup henüz tam iman etmiş sayılamayacak bir kısım bedevilerdi. Kur’ân’ın ifadeleriyle “inandık” diyorlardı ama aslında sadece “teslim” olmuşlardı. Kur’ân onların durumunu şu ifadeleriyle resmetmişti: قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِنْ تُطِيعُوا اللهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ “Bedeviler, ‘İnandık’ dediler. Deki, Siz iman etmediniz, ama ‘Boyun eğdik’ deyin. Henüz iman kalblerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, Allah yaptığınız güzel işlerin karşılığını eksiksiz verir. Allah, günahları bağışlayandır, merhameti bol olandır.”[Hucurât sûresi, 49/14]

Bunun mânâsı, “İman, bir mevhibe-i ilâhiyedir. Siz araştırır, delillerini bulur, hayatınıza tatbik edersiniz ve Allah da o sönmeyen çerağı içinizde tutuşturur. Şu an siz sadece İslâm’ın ihtişamı karşısında teslim oldunuz. Duruşunuz henüz imanı omuzlayacak seviyede değil.” demekti. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu durumda olanlara da zekâttan pay veriyor ve imana olan mesafelerini daraltmayı hedefliyordu.

Mesela onlardan birine bolca verince adam kavmine gelip, “Ey kavmim gidip hemen Müslüman olun! Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki, fakirlikten korkmayan birinin verdiği gibi veriyor.” demişti.[14] Bununla o, Resûlullah’ın, hazineleri bitmeyen bir Zat’a dayandığını kastediyordu. Demek ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), böyle küfürle iman arasında, sınırda bulunan kimselere zekâttan hisse vermek suretiyle, iman cihetinin ağır basmasına vesile olmaya çalışıyor, iman adına onların kalblerini kazanıyordu.

Bir diğer sınıf da, kâfirlerin ileri gelenlerinden oluşan gruptu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bunlara da zekâttan pay vermek suretiyle, hem onların şerlerinden emin oluyor hem de bir gün içlerinde iman nurunun parıldaması için zemin hazırlıyordu. “Şerrinden çekindiğin kimseye iyilikte bulun.” şeklindeki veciz ifadede de anlatıldığı gibi, zarar gelebilecek noktaları önceden sezip, ihsanla onların önünü kesme, önemli bir tabya hareketidir. Zira insan, ihsanın kuludur. Çoğu zaman böyle bir hareket, size karşı oluşturulabilecek menfi şerarelerin önünü alır ve siz yolunuzda daha rahat yürüme imkânı bulursunuz.

Görüldüğü gibi İslâm, üç çeşidiyle beraber müellefe-i kulûba zekâttan fon ayırmakla çok yönlü bir hayra davetiye çıkarıyordu. Onunla insanlar, imanda oturaklığa ulaşıyor; inanıp-inanmama arasında gidip gelenler, tercihlerini iman istika metinde kullanıyor ve küfrün liderliğini yapanların şerrinden de emin olunuyordu. Sadece emin olmakla da kalınmıyor, onların himayesinde bulunan Müslümanlar da böylelikle eza ve cefadan kurtarılmış oluyordu.

Meselenin bir de maddî tarafı vardı: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kâfirlerin ileri gelenlerine pay vermesine veriyordu ama bu giderin fazlasıyla getirisi oluyordu. Maddenin kulu-kölesi olan cahiliye zihniyeti, bir taraftan kendisi zekâttan istifade ederken, diğer yandan da tebası arasındaki inanan Müslüman güruhun zekât vermelerine göz yumuyordu. Dolayısıyla başlarındakilere verilen üç-beş kuruş, pek çokları için manevî kapıların açılmasına vesile olmasının yanında hazineye gelecek zekât menfezlerinin açılmasına da sebep oluyor ve kabilelerinde mazlum durumda bulunan Müslümanlar, hem rahat nefes alma imkânı buluyor hem de üzerlerindeki bir farzı eda etme fırsatı yakalıyorlardı.

Bu durum, Allah Resûlü’nün hayat-ı seniyeleri boyunca devam etti. Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) hilafet döneminde bir gün, Efendimiz döneminde zekâttan pay alan bazı kimseler, Hazreti Ebû Bekir’e de gelerek mal istediler. Ellerindeki belgeyi Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) imzaladı. O gün için hazineye nezaret görevini Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) deruhte ediyordu. Hazreti Ebû Bekir’in imzaladığı kağıdı aldılar ve Hazreti Ömer’e getirdiler.

Kim bilir, belki de Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), şefkat ve re’fetiyle dolu fıtratıyla geri çeviremeyeceği bu kimseleri, Hazreti Ömer gibi bir dirayetin engelleyeceğini sezmiş ve meseleyi, hilafet makamının azametine zerre kadar toz kondurmadan halletmeyi plânlamıştı. Yoksa o gün için Hazreti Ömer’in kavradığı bu meseleyi, Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gibi bir fetanetin de kavramış olması kuvvetle muhtemel dir.

Hazreti Ömer kâğıdı aldı, bir kâğıda bir de gelenlere baktı. Bu esnada aklından geçenlerin mahiyetini tam tasvir etmek mümkün değildir. Sonradan gelişen olaylara bakılırsa, büyük ihtimalle, artık İslâm’ın izzet kazandığını ve küfrün burnunun kırıldığını düşünüyordu. Zira artık mesele o kerteye gelmişti ki, bu noktadan sonra zamana İslâm imzasını basacak ve mührünü vuracaktı. Binaenaleyh artık, filana falana mümaşaat etmeye ihtiyaç kalmamıştı. İslâm, artık kendi ayakları üzerinde payandasız duruyordu.

Zaten âyetteki ifade de, bunlara zekât verme işini, bir illete[15] bağlayarak anlatıyordu. Yani cemiyette kalbi ısınacak kimseler varsa ve buna da maslahat açısından ihtiyaç duyuluyorsa onlara zekâttan pay, bu maslahatı gerçekleştirmeye matuf olarak verilecekti.

O gün için genel güvenliğin temin edildiğini düşünen Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onlardan aldığı kâğıdı yırtıverdi. Ardından da, “Öyle şey olmaz, gidin çalışın, ihtiyacınız olmayan, hakkınız da olmayan bir parayı size vermem. Size verildiği dönemde İslâm, kendi ayakları üstünde değildi, onun için veriliyordu. Bugün için artık o azizdir.” dedi.

Beklemedikleri bir muamele ile karşılaşan bu kimseler, hemen Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) kapısına geldiler ve “Halife sen misin, Ömer mi? Sen imzalıyorsun Ömer yırtıyor.” dediler. Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh), “Eğer isteseydi, halife o olurdu.” cevabını verdi ve o büyük insan, kâmetini aksettiren o büyük sözlerinden birini daha serdederek, hazır yemeye alışan güruhun cevabını, hem de veciz bir şekilde vermiş oldu.[16]

Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) bu feraset ve kiyasetiy le, o gün için son verilen müellefe-i kulûba zekât verme meselesi, farklı mütalâalara kaynaklık etmiş ve etmeye de devam etmektedir. O gün için sahabe, müellefe-i kuluba zekâttan fon verilmesine gerek olmadığı hükmünü verdiler. Neden? Hazreti Ömer’in sözlerinden de anlaşılacağı üzere artık İslâm, tehlikeleri bertaraf etmiş, kendi ayakları üzerinde durur hâle gelmişti. Zarar gelebilecek delikler tıkanıp şerrin önü alındığı hâlde hâlâ oraya tahşidat yapmanın bir mânâsı kalmamıştı.

Öyleyse müellefe-i kulûbun zekât alan zümrelere dâhil edilmesindeki illet, kalblerin telifi düşüncesidir. Dolayısıyla kalblerin telif edilmesi durumu yoksa, zekât vermeye de gerek yoktur.

O gün için meseleye bir nokta konmuş oldu. Ancak bu, o zamanki içtimaî yapının hükme yansıma şekliydi. Çünkü o gün için illet ortadan kalkmış ve ona bina edilen hüküm de askıya alınmıştı.

Bazıları bundan, “Sahabenin icmaı, âyetin hükmünü neshetmiştir.” gibi bir mânâ çıkarmışlardır ki bu isabetli bir yorum değildir. Zira Kur’ân’ın Kur’ân’ı, hadisin de hadisi neshetmesi vaki iken, hadisin veya icmaın Kur’ân’ı neshi ihtilaflı bir konudur. Büyük çoğunluğu itibarıyla ulema, Sünnet’in bile Kur’ân’ı neshedemeyeceğini ifade ederken, icmaın Kur’ân’ı neshedebileceğini kabul etmek mümkün değildir. Hükmün icma veya rey ile neshedildiği veya mücerret maslahat için nassın terk edildiği düşüncesi, fıkıh bilgisine sahip kimselerin kabul edemeyeceği bir vehimden ibarettir ve meseleye vâkıf olamamanın ifadesidir.

Dolayısıyla burada durumun tam anlaşılmadığı ortaya çıkmaktadır. O gün için sahabe de, onların başındaki halife Hazreti Ebû Bekir de, zekât evrakını yırtıp atan Hazreti Ömer de bu karara varırken Kur’ân’ı neshetme zehabına kapılma mışlardır. Mesele şundan ibarettir: Zekât bu sekiz sınıfa veri lir. Ancak zekâtın verilebilmesi için, kendisine zekât verilecek ferdin/zümrenin mevcut olması gerekir. Sahabenin aldığı bu karar, o gün için müellefe-i kulûbun kalmamış olduğuna ya da en azından, zikrettiğimiz hususi hâdisede bahis mevzuu olan şahısların artık bu zümreye dahil olarak kabul edilemeyeceklerine hükmetmekten başka bir şey değildir.

Bu durum, diğer zümreler için de geçerlidir. Mesela kendilerine zekât verilecek fakir ve miskin olmadığı zaman da aynı durum geçerlidir. Fakir yoksa fakire zekât verme ameliyesi nasıl gerçekleşebilir? Nitekim Ömer İbn Abdülaziz döneminde yaşanan durum bundan farklı değildi. Toplumda fakir kalmamıştı ve zekât vermek için mal sahipleri fakir arıyorlardı da bulamıyorlardı. Ama o gün kimse kalkıp, “Ömer İbn Abdülaziz âyetin hükmünü neshetti.” dememiştir. Çünkü hâdise, kendi tabiî seyri içinde değerlendiriliyordu. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), تَصَدَّقُوا، فَإِنَّهُ يَأْتِي عَلَيْكُمْ زَمَانٌ يَمْشِي الرَّجُلُ بِصَدَقَتِهِ، فَلاَ يَجِدُ مَنْ يَقْبَلُهَا، يَقُولُ الرَّجُلُ: لَوْ جِئْتَ بِهَا بِالأَمْسِ لَقَبِلْتُهَا، فَأَمَّا اليَوْمَ، فَلاَ حَاجَةَ لِي بِهَا “İş işten geçmeden sadaka vermeye bakın! Zira öyle bir gün gelecek, kişi elinde sadaka parasıyla dolaşıp duracak da onu kabul edecek kimseyi bulamayacak. Birine rast gelse, ‘Dün gelsen kabul edebilirdim ama bugün artık ihtiyacım kalmadı.’ diyecek.”[17] sözleriyle yıllar öncesinden müjdesini vermişti ve o gün bu müjdenin realitesi yaşanıyordu.

Aslında müellefe-i kulûb meselesi de gayet tabiî bir şekilde ve kendi seyrinde cereyan etmişti. Ama bugün olduğu gibi geçmişte de bazı kimseler meseleyi yanlış anlamışlardı. Ömer İbn Abdülaziz dönemi bitip cemiyette tekrar fakr u zaruret yaşanmaya başlayınca nasıl fakir ve miskin sınıfı zekâttan pay almaya devam ettiler; –çünkü illet yine zuhur etmiş, illetle beraber hüküm de geri gelmişti– müellefe-i kulûbdaki mesele de bundan farklı değildir. İllet ortadan kalktığında hüküm de ortadan kalkacak, illet geri geldiğinde hüküm de onunla beraber yeniden işlerlik kazanacaktır. Örnekleri çoğaltıp diğer sınıfları da, mesela yolda kalmışlar ve borçluları da aynı çizgide mütalâa edebiliriz. Bunlar varsa, kendilerine zekât verilecektir. Olmadıkları zaman ise, kendiliğinden, o an mevcut olmayan bu alan açığa ve askıya alınmış olacaktır.

Meseleyi bu denli uzatmamın sebebi, bugün için illetin tekrar zuhuruyla hükmün uygulanmasının imkânını vurgulamak içindir. Zira toplum itibarıyla bünyemizde, elinden tutulacak birçok insan barındırmaktayız. Üç neviyle birlikte, zekâtın müellefe-i kulûb fonuna işlerlik kazandırabilirsek, hem kendi içimizdeki mütehayyir fıtratları bünyemize kazandırmış hem de ağırlığını bizden tarafa koyacak durumdaki insanları, dünyayı vesile ederek, dinle tanıştırma imkânı bulmuş oluruz. Bunun yanında İslâm’ı yeryüzünün bütün köşelerine ulaştırmayı hedeflerken, gerek şahıs gerekse devlet bazında, önümüze çıkması muhtemel engelleri de bu yolla bertaraf etme imkânı bulabilir ve Muhammedî ruhu, muhtaç gönüllere ulaştırmada daha ciddi hamleler yapabiliriz.

Bugün için, gerek eğitim gerekse daha geniş ifadesiyle kültürel alanda, başkalarının ağına düşmekle karşı karşıya olan nice değerli insan vardır. Şayet günümüz Müslümanları, benzer imkânlarla, onların ellerinden tutamazlarsa, elbette bunların kalbi, bizim dünyamız tarafından değil, imkânlarını seferber eden başkaları tarafından telif edilir. Neticede bunlar, bizim içimizdeki yabancılar olurlar da hep başkalarının ses ve soluğunu mırıldanırlar.

Bugünkü içtimaî yapının gereği budur. Zira cemiyette inanan-inanmayan, âbid-facir iç içe yaşamaktadır. Artık dünya küçülmüş, âdeta devletlerin yerinde, insanlık çapında cemaat ler teşekkül etmiştir. Her türlü inanç ve ideolojiye mensup in sanlar her yerde rahatlıkla dolaşabilmekte ve kendi duygu-düşüncesini dillendirebilmektedir. Öyleyse Muhammedî düşünceyi muhtaç gönüllere ulaştırma, insanların kalbini ona açma yolunda “te’lif-i kulûb” konusu tekrar gündeme getirilmelidir.

Böyle bir düşünce, aynı zamanda Hazreti Ebû Bekir’i de, Hazreti Ömer’i de, o gün buna evet diyen sahabeyi de, Kur’ân’ı da doğru tanıma ve doğru anlamanın ifadesidir. Yani bu zümre için yeniden zekâttan pay ayırma, kesinlikle sahabeyi tahfif ve onlara muhalefet anlamı taşımaz. Meseleyi kendi yerinde ele alıp olması gereken konumda değerlendirmek gereklidir ki yanlış anlamalara kayılmasın.

5. Köleler

Kendilerine zekâttan hisse verilecek sekiz sınıftan birisi de kölelerdir. Temel prensip itibarıyla İslâm, kölelik düşüncesinin karşısındadır. O, insanların Allah’a kul olmakla diğer bütün kayıtlardan kurtulmasını hedeflemiştir. Ortaya koyduğu prensiplerle de hep hürriyete giden yolları göstermiş, kölelik düşüncesine karşı âdeta bayrak açmıştır. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarına göre kölelere, “yenilenden yedirilecek, giyilenden giydirilecek, güçlerinin üstündeki işlerde çalıştırılmayacak ve onlara insanca muamele edilecektir.”[18]

Ancak dünya, sadece Müslümanların yaşadığı bir yer değildir. Tarihin değişik dönemlerinde başka ülkelerle savaşlar yapılmış ve elbette ki bu savaşlarda esirler de elde edilmiştir. Müslümanların arasından da karşı tarafa esir düşenler olmuştur. Öyleyse esir alınan kimselere öyle muamele edilmelidir ki, böylelikle hem gönülleri alınıp kalbleri telif edilmiş olsun hem de karşı tarafta bulunan esir Müslümanları kurtarma adına pazarlık unsuru olarak kullanılabilecek kozlara sahip olunmuş olsun. Burada yapılması gerekenler, genelde günün şartlarına ve biraz da devlet idaresinin plânlamasına bırakılmıştır. Netice itibarıyla, İslâm köleliği hiç istemese bile o dönemin şartları gereği belli maslahatlara binaen Müslüman tebaa içinde köle konumunda bulunan insanlar vardı. Bunlara zekâttan pay ayrılacak, hürriyetlerinin önünü açmak için onlara bu fondan yardım edilecek ve böylelikle onların da elinden tutulmuş olacaktı.

Burada istidradî olarak şunu belirtmekte fayda görüyorum: Kölelik, İslâm’la başlamış bir müessese değildir; aksine İslâm’ın bidayeti, insanların köle olarak pazarlandığı, hatta hür insanların, bir gece baskınıyla köleleştirildiği bir döneme rastlamaktadır. Ancak bünyesinde kölelik düşüncesine yer ayırmayan İslâm, bu meselede de tedricilik esasını işletmiş ve her fırsatta köleleri hürriyete kavuşturacak prensipler vaz etmiştir. Zira İslâm’a göre herkes, bir tarağın dişleri gibi eşittir. Şayet bir üstünlük söz konusu ise bu, ancak takvada aranmalıdır.

Bunun yanında İslâm, ortaya koyduğu bir kısım prensipler ile köle konumundaki insanlara hürriyete yürüme yollarını açmıştır. Yemin bozma, oruç bozma, zıhar, hataen insan öldürme gibi durumlarda kefaret olarak köle azadı vaz edilmiştir. Normal zamanlarda da köle azadı teşvik edilmiş, ahirette mükâfatı büyük bir amel olarak nazara verilmiştir. Bunun yanında, “kitabe”, “tedbir” gibi akitlerle de kölelerin hürriyetinin önü açılmıştır.

Bugün artık dünyada kölelik neredeyse kalmamıştır. Onun için de müellefe-i kulûb örneğinde olduğu gibi bu fona gerek kalmamıştır. Ama yarın bir gün –Allah korusun– kölelik tekrar gelecek olsa, İslâm’ın o meseleyi çözme veya en azından hafifletme için koyduğu hükümleri hazırdır.

Biraz da mesele, günümüzde alan değiştirmiş gibidir. Artık insanlar, bedenleriyle değil de duygu, düşünce ve beyinleriyle böyle bir esaret hayatı yaşamaktadırlar. Kalb ve beyinlerine baş kaları tarafından atılan kayıtları çözme ve onları yeniden Allah’a kul olmaya yönlendirme istikametinde bu insanlara da zekâttan fon ayrılması, bazı modern yorumcular tarafından bugün dillendirilen meselelerdendir. Bu suretle onları da kula kul olmaktan kurtarıp hürriyet atmosferine sokma bahis mevzuu olabilecektir.

6. Borçlular

Nassın tespit ettiği, zekât verilecek zümrelerden bir diğeri de borçlulardır. Bilindiği üzere borçlu, normal şartlarda zengin olsa bile, yaşadığı bir inkıta ile durumu bozulan ve yardıma muhtaç duruma gelen kimsedir.

Aslında bir yönüyle  borçlu, fakir ve miskin gibidir. Farklı olan yanı, içinde bulunduğu durumun kalıcı değil, ârizî bir -mahiyet arz etmesidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) لَا تَحِلُّ الصَّدَقَةُ لِغَنِيٍّ إِلَّا لِخَمْسَةٍ لِغَازٍ فِي سَبِيلِ اللهِ أَوْ لِعَامِلٍ عَلَيْهَا أَوْ لِغَارِمٍ أَوْ لِرَجُلٍ اشْتَرَاهَا بِمَالِهِ أَوْ لِرَجُلٍ كَانَ لَهُ جَارٌ مِسْكِينٌ فَتُصُدِّقَ عَلَى الْمِسْكِينِ فَأَهْدَاهَا الْمِسْكِينُ لِلْغَنِيِّ “Zengine sadaka helâl değildir. Ancak şu beş kimse bundan müstesnadır: Allah yolundaki gazi, zekât memuru, borçlu, onu parasıyla satın alan ve fakir olan komşusunun, kendisine tasadduk edilen şeyi hediye olarak verdiği kimse.”[19] buyurmak suretiyle, borçlu olan kimsenin, zengin dahi olsa zekâttan hisse alabileceğini bildirmiştir.

Kur’ân’ın وَالْغَارِمِينَ şeklindeki emri de bunu ifade etmektedir. Ebû Said el-Hudrî’nin (radıyallâhu anh) anlattığına göre Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde bir sahabî, satın aldığı meyveleri âfet vurması neticesinde zarara uğramış, durumu öğrenen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ona tasaddukta bulunun.” buyurmuştur. Bunun üzerine insanlar tasaddukta bulunmuş, ancak toplanan miktar, borcu ödemeye kafi gelmeyince Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) alacaklılara, “Burada bulduğunuzu alın.” demekle, alacaklılardan da fedakârlık yapıp alacaklarını hafifletmelerini istemiştir [20]

Burada ilave etmekte fayda gördüğüm bir mesele de, borçlanmanın, zekâttan kaçma veya zekât alma düşüncesi ile yapılmaması gerektiğidir. Zira böyle bir hareket, bir nevi –hâşâ– Allah’ı ve Müslümanları aldatmaya çalışmadır ve buğz-u ilâhîye sebebiyet vermesinden korkulur. Bu noktada dinin zekât verilmesini emrettiği borçlular, hırslarının altında kalıp hüsrana uğrayanlar değil, hesabı-kitabıyla yoluna devam ederken, işleri plânladığı gibi gitmeyen mağdur insanlardır.

7. Fî Sebilillâh

Kelimenin çağrışımlarının da hatırlattığı gibi fî sebilillâh, yeri gelince kendi şahsî işlerini bir kenara bırakıp Allah yolunda koşturmaya azmetme mânâsını ifade eden bir tabirdir. Zekât verilecek sınıflardan birini anlatan bu ifadede, İslam uleması, öteden beri ilk plânda, Allah yolunda cihad, ikinci olarak da hac farizasını yerine getirmek isteyip de bunlara gücü yetmeyenlere maddî destek olma mânâsını öncelikli olarak değerlendirmişlerdir. Bunun içindir ki kendilerine zekâttan hisse verilecek bu zümre öteden beri âdeta mücahitlerle özdeşleşmiştir.

Meselenin Asr-ı Saadet’teki yansımasına bakacak olursak; sayıları dört yüze ulaşan ve metlüv ve gayr-ı metlüvüyle vahyin adım adım takipçisi olan Suffe ashabının, eda ettikleri fonksiyonları itibarıyla konumuza güzel bir misal olarak ışık tuttuklarını görürüz. Onlar, her türlü sıkıntıyı göğüsleyerek Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanına gelmiş, dizlerini dizine vermiş ve her zaman O’nun vereceği vazifeyi yerine getirmek için can atmışlardır. Çoğunluğunu, her şeyi göze alarak Allah ve Resûlü’ne hicret etmiş, Medine’de evi barkı, yakını olmayan fakir muhacirlerin oluşturduğu bu topluluk, karın tokluğuna Efendiler Efendisi’ne mülâzemet ediyor, O’nun mübarek atmosferinden ayrılmıyorlardı. Bir fikir vermesi bakımından burada sadece en çok tanınan birini zikredeceğiz.

Hepimizin yakından bildiği Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), o dönemde kendisine uzatılan tenkit oklarından bunalmış ve şu tarihî açıklamalarda bulunarak Suffe ashabının hâlini anlatma durumunda kalmıştır: “Mü’min kardeşlerim benim çok hadis rivayet etmemden şikayet ediyorlar. Hâlbuki ensar kardeşlerim tarlalarını ekip biçerken, muhacir kardeşlerim de çarşı-pazarda ticaretle uğraşırken ben ve emsalim, açlıktan bayılma pahasına Resûlullah’ın yanından ayrılmaz ve onun hadislerini ezberlerdik.”[21]

Bu hâdise, onların, o günün şartlarında hangi tür sıkıntılara katlanarak Kur’ân ve Sünnet’e hizmet ettiklerini anlatmaktadır. Onlar, bu denli fedakârlık yapar da Kur’ân’ın senasına mazhar olmazlar mı? İşte Kur’ân onları şu beyanıyla bayraklaştırmıştır: لِلْفُقَرَاءِ الَّذِينَ أُحْصِرُوا فِي سَبِيلِ اللهِ لَا يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الْأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاءَ مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُمْ بِسِيمَاهُمْ لَا يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللهَ بِهِ عَلِيمٌ “(Yapacağınız hayırlar), kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Durumlarını bilmeyenler, tok gözlülüklerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar, yüz suyu döküp insanlardan bir şey istemezler. Allah, hayır namına yaptığınız her şeyi bilir.”[22]

Evet onlar, müstağniliklerinden dolayı, içinde bulundukları sıkıntıyı izhar edemezlerdi ve başkaları da çoğu zaman onların hâlinden anlamazdı. Anlayanlar yok değildi ama genelde neler çektiklerine muttali olunamazdı. Uzun lafa ne hacet? Gelin yine Hazreti Ebû Hüreyre’nin anlattıklarına kulak verelim:

“Allah’a yemin ederim ki açlıktan yüzüstü yatıyor ve karnımın üstüne taş bağlıyordum. Bir gün, ashabın gidip geldiği yolun kenarında oturdum. Ebû Bekir oradan geçti. Belki beni alıp götürür diye ona, Allah’ın kitabından bir âyet sordum. Fakat Ebû Bekir beni götürmedi. Ondan sonra Ömer geçti. Ona da aynı maksatla bir âyet sordum. O da beni götürmedi. Sonra Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) geçti. Benim simamdan içimde sakladığımı anlayarak, ‘Yâ Ebâ Hüreyre!’ diye seslendi. ‘Buyur yâ Resûlallah!’ dedim. ‘Beni takip et.’ buyurdu ve beni alıp evine götürdü. İçeri girdiğimiz zaman büyükçe bir kap dolusu süt gördüm. Peygamber Efendimiz ailesine, ‘Bu sütü nereden getirdiniz?’ diye sordu. ‘Falancalar gönderdi.’ dediler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ‘Ey Ebâ Hirr!’ dedi. ‘Buyur yâ Resûlallah!’ dedim. ‘Git, Suffe’dekileri çağır.’ dedi. Suffe’dekiler, İslâm’ın misâfirleri idiler. Ev, mal, mülk gibi dünyalık edinmemişlerdi. Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) herhangi bir kimse tarafından bir şey hediye edildiği zaman, kendisi ihtiyacı kadar aldıktan sonra gerisini onlara gönderirdi. Kendisine bir yerden zekât geldiği zaman da, onun hepsini onlara gönderirdi. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bana, ‘Git onları çağır.’ deyince üzüldüm. Çünkü sütü gördüğüm zaman, bana bir gün bir gece yeteceğini ummuştum. Gidip onları çağırırsam, geldiklerinde –elçi olduğum için– sütün hepsini onlara içirmem gerekirdi. Neyse Allah’ın ve O’nun Peygamberinin emirlerini yerine getirmek gerekir, diyerek gidip onları çağırdım. Gelip yerlerini aldıklarında Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bana, ‘Ey Ebâ Hirr! Al kabı onlara ver.’ dedi. Ben de bardağı alıp baştaki sahabiden başladım. Baştaki doyuncaya kadar içtikten sonra yanındakine verdi; o da içip doyduktan sonra öteki sahabiye sundu; o da içince yanındaki sahabiye verdi; hepsi içebildikleri kadar içtiler. En son olarak kabı Peygamber Efendimiz’e sundum ki, içinde bir miktar süt daha kalmıştı. Peygamber Efendimiz, kabı elimden alınca başını kaldırıp bana baktı ve gülümseyerek, ‘Ey Ebâ Hirr! İkimiz kaldık.’ dedi. ‘Evet yâ Resûlallah ikimiz kaldık.’ dedim. Bana, ‘Otur sen de iç.’ dedi. Onun emri üzerine kabı elinden alıp içmeye başladım ve içtikçe bana, ‘İç’ dedi. Nihâyet kendisine, ‘Yâ Resûlallah, Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, bende daha yer kalmadı.’ dedim. Bunun üzerine kabı elimden alarak içinde kalan sütü kendisi içti.”[23]

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), başka bir gün yaşadığı sıkıntıyı şu şekilde anlatmıştır: “Üç gündür bir şey yememiştim. Suffe’ye gidiyordum. Zaman zaman gözlerim kararıp yere düşüyordum. Beni gören çocuklar, Ebû Hüreyre delirmiş diye etrafıma toplanıyorlardı.”[24]

Tâbiinin büyük imamlarından ve aynı zamanda Hazreti Ebû Hüreyre’nin çıraklarından Muhammed İbn Sîrîn, onun ketenden bir entari sırtına takıp, yasemenlikte reftare gezer gibi şöyle bir dolaştıktan sonra mübarek dudaklarından dökülen sözleri şöyle ifade etmiştir: “Sonra kendine döndü, âdeta derinlere dalmıştı ve şöyle mırıldandı: “Şu hâle bak Ebû Hüreyre! Bu ne çalım böyle! Açlıktan kıvrandığın, baygın düştüğün günleri unutmuşa benziyorsun. Kimse bu hâlini anlamazdı da sar’aya tutulmuşsun zannederlerdi!”[25]

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) başka türlü olamazdı. Zira din ve dünyanın ihyasını bunda görüyordu. O, bir taraftan Kur’ân ve Sünnet adına varid olan her şeyi hıfzedip ezberleyerek Allah ve Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) muradı istikametinde olağanüstü bir hassasiyet ve gayret ortaya koyarken, diğer yandan cihada iştirak meselesi gündeme gelince de hemen ona koşar ve askerin önündeki yerini alırdı.

İşte bunlar için, sema dile geliyor ve yaptıklarından dolayı onları tebcil ediyordu. Bunlar arasında çokları vardı ki, yalnızca bir peştemalleri vardı da namazda secdeye giderken elleriyle peştemallerini tutar ve avret mahallerinin açılmasına engel olurlardı. Zira yurt-yuva, evlad ü iyal, mal u menal her şey, Allah ve Resûlü için terk edilerek Medine’ye hicret edilmişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in eline geçen her şey, âdeta rüzgâra maruz kalmış gibi onlara giderdi de, yine ihtiyaçlarını karşılamaya yetmezdi. Kendisi günlerce aç-susuz kalır, karnına taş bağlar ve dayanırdı; ama onların açlığına dayanamazdı. Onların dûnunda bir hayat yaşardı; ama onların açlığı karşısında dizlerinin bağı çözülürdü.

Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) bir gün Resûlullah’ın yanına girdiğinde, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) oturarak namaz kıldığını gördü. Selam verince, Ebû Hüreyre oturarak namaz kılmasının sebebini sordu. “Açlık ya Ebâ Hüreyre!” dedi. Bu manzara karşısında, Ebû Hüreyre’nin dizlerinin bağı çözüldü, gözyaşlarını tutamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Teselli etme yine Resûlullah’a düşmüştü: “Ağlama ya Ebâ Hüreyre! Burada çekilen açlık, insanı ahiret azabından kurtarır.”[26] buyurdu. Bu söz, “Dünyada irade ve ihtiyarıyla kendisini bu hâle getirenler, azab-ı elimden masun ve mahfuz kalacaktır.” anlamına geliyordu.

İşte İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve işte dört yüz arkadaşıyla birlikte Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)! Resûlullah bu hâldeyken onların debdebe ve ihtişam içinde yaşamaları söz konusu olamazdı ve olmadı. Zira bir kere “İnandım” demek, onları öyle bilemişti ki, hep Din-i Mübin-i İslâm için hizmet imkân ve fırsatlarını kollar olmuşlardı. Başkaları gibi cihada gitmek istiyorlardı fakat ne elde avuçta bir şeyleri vardı ne de binecekleri atın üzerine koyabilecekleri bir eyere sahiplerdi. İçinde sularını taşıyacakları bir mataraya bile sahip olamadıkları gibi, atlarının terkisine koyacakları bir somun ekmekleri de yoktu. Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) geliyorlar ve “Bir imkân ya Resûlallah!” diyorlardı. Efendimiz de elinde varsa veriyor, yoksa verememenin, bir mü’minin ihtiyacını giderememenin ızdırabını yaşıyordu.

Kur’ân, Tebük seferiyle ilgili seferberlik zamanında yaşananları şu şekilde anlatmaktadır: وَلَا عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لَا أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّوْا وَأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلَّا يَجِدُوا مَا يُنْفِقُونَ “Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde, ‘Sizi bindirecek bir bineğim yok.’ dediğinde, Allah yolundaki ihtiyaçlarına harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözyaşlarını ceyhun ederek dönen kimselere bir sorumluluk yoktur.”[27]

İşte zekât verilecek yerlerden biri de, Allah yolunda mücahedeye gidecek imkânları olmayan mücahitler zümresidir. Öyleyse “İştirak edemedik.” diye dönüp bir kenarda hazin hazin beklerken içi kan ağlayan bu kimselere de zekâtlarınızdan pay verecek ve servetinizin önündeki duvarları bu istikamette yıkmak suretiyle, ömürlerini fî sebilillah’a adamış bu fedakâr ruhların şahlanmalarına fırsat ve imkân vereceksiniz. Böylelik le, Allah yolunda cehd ü gayret edenlerin imdadına koşmak suretiyle siz de fî sebilillâh hizmet etmiş olacaksınız.

Üzerinde durulması gerekli bir nokta daha var ki o da şudur: Fî sebilillâh kavramının ihtiva ettiği genişlik nispetinde, kötü niyetli kişilerin eline ve tuzağına düşme durumundaki genç neslin elinden tutulup onların da Allah yolunda sa’y etmesine imkân hazırlanabilir. Böylelikle vatan evladının, kendi memleketine ve kendi değerlerine sahip çıkması temin edilmiş olur.

Öyleyse bugün biz, bütün boyutlarıyla cihad kavramını yerli yerine oturtup, günün şartlarına göre yeniden yorumlamak zorundayız. Madem cihad, Allah’ın rızası istikametinde yapılan her türlü cehd ü gayretin adıdır. Öyleyse günün şartları içinde, O’nun rızasını celp edecek amellerin iyi tespit edilmesi elzemdir. Bugün için, maddî kılıç kınına girmiştir. Kıtal ve mukatele şeklindeki cihad anlayışının yerine, daha etkili ve kalıcı olan ilim ve kültür faaliyetlerinin önemi kendiliğinden ve birinci plânda önem arz etmektedir. Karşımızda cehalet denilen korkunç bir düşman vardır ve bunun üstesinden gelmek, ancak ilim ve irfan hayatını canlandırmakla mümkündür. Dindeki adıyla bir çeşit emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker olan bu vazife, aynı zamanda günümüz Müslümanlarının üzerinde bir vecibe olarak eda edilmeyi beklemektedir. Zira bugün, dünya İslâm’a muhtaçtır ve yine dünya, bu ihtiyacını giderebilecek bir tebliğ hareketinden yoksundur. Bediüzzaman’ın ifadeleriyle şayet biz, Müslümanlığa ait esasatı hakkıyla temsilde muvaffak olabilseydik, diğer dinlerin salikleri fevç fevç İslâm’a dehalet edeceklerdi.[28] Anlaşılan o ki ne biz böyle bir tebliğ ve temsil noktasına gelebildik, ne de çöken sistemler içinde yeni arayışların hummasını yaşayan dünya, kendini saadet ufkuna taşıyacak hakikatler yumağına ulaşabildi.

8. Yolcular

Kur’ân’ın ifadelerine göre kendilerine zekâttan hisse verilecek olan son sınıf, zengin olsalar bile, yolculuk hâlinde imkânları zayıflayarak zor durumda kalan kimselerdir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, kendilerine zekâttan hisse verilebilecek zenginleri sayarken yolcuyu da saymıştır.[29] Demek ki insan, normal şartlarda zekât verecek durumda olsa bile, yolculuk hâlinde ve ihtiyaç hissettiğinde zekâttan hisse alabilmektedir.

B. Zekât Verilemeyecek Sınıflar

Zekât, hem onu vermesi gereken kimseler hem de almaya hak kazananlar itibarıyla hükümleri naslarla tespit edilen malî bir ibadettir. Âyetin ifadesiyle zikredilen sekiz sınıf ve vasıfları itibarıyla aynı özellikleri haiz kuruluşlar, kendilerine zekât verilmesi gereken müesseseler olarak tespit edilirken aynı zamanda zekâttan pay alamayacak kimseler de yine naslarla belirlenmektedir.

Kendilerine zekât verilemeyecek olan sınıfları ana başlıklar hâlinde ifade etmemiz gerekirse bunlar; zenginler, çalışma gücü olan kimseler, gayrimüslimler, yakın akrabalar ve Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) akrabaları olarak sayılabilir. Şimdi bunları kısaca ele alalım.

1. Zenginler

Kendilerine zekât verilmesi gerekli olan fakir ve miskinlerin durumu izah edilirken de bahsedildiği gibi, zenginlerin zekât almaları bir yana, onlar zekât vermekle yükümlüdürler. Hazreti Muaz’ı Yemen’e gönderen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona şöyle demiştir: “Oranın fakirlerine verilmek üzere onların zenginlerinden zekât al.”[30]

Zenginlere zekât verilmesi, onun farz oluşundaki hedef lere ters düşmektedir. Zira zekâtın gayesi, maddeye ihtiyacı olanların ihtiyaçlarını gidermektir. Onun zenginlere verilmesi, başka bir münasebetle zikredilen ve malı, “zenginler arasında dolaşan bir meta”[31] haline getirmekten meneden âyetin gereğine de zıttır.

Bir hadislerinde Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), لَا تَحِلُّ الصَّدَقَةُ لِغَنِيٍّ وَلَا لِذِي مِرَّةٍ سَوِيٍّ “Sadaka, zengin ve çalışma gücü olana helâl olmaz.”[32] buyurmuşlardır.

Genelde zengine zekât verilemezken, istisna olarak, zengin olduğu hâlde zekâttan hisse alacağı bildirilen kimseler de vardır. Kendilerine zekât verilecek sekiz sınıfın arasında da zikredilen bu kimseleri, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), daha önce de zikri geçen bir hadislerinde şöyle ifade etmektedir: “Beş kişi dışında sadaka, zengine helâl olmaz: Bunlar, Allah yolunda cihad eden mücahit, zekât toplamakla görevli memur, borçlu, malı ile onu satın alan kimse ve fakir komşusuna verdiği sadakayı, komşusunun tekrardan kendisine hediye ettiği kimse.”[33]

Kendisi zengin olmadığı hâlde velisinin zenginliğiyle hükmen zengin sayılan bülûğa ermemiş küçük çocuklar da zekâttan hisse alamaz. Zira çocuğun babasının zengin olması, aynı zamanda çocuk için de bir zenginliktir. Çünkü onun nafakasının temini, bizzat naslarla babaya yüklenmektedir.

2. Çalışma Gücü Olanlar

Zengin zekâttan pay alamayacağı gibi, çalışma gücüne sahip olduğu hâlde bunu kullanmayarak cemiyette asalak yaşamayı âdet hâline getirenlerin de zekâttan hissesi yoktur. Zira çalışıp kazanarak el emeğiyle hayatı idame ettirme, Kur’ân’ın emri ve herkesten istenen mukaddes bir görevdir. “İnsan için, kazandığından başkası yoktur.”[34] mealindeki âyetle, Hazreti Davud’u (aleyhisselâm) misal vererek el emeğiyle elde edilen kazancın kutsallığını[35] anlatan hadis de bize bunu anlatır.

Kazanma gücüne sahip kimselerin, zekâttan hisse alamayacağını bildiren, az yukarıda da zikrettiğimiz hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Sadaka, zengin ve çalışma gücü olana helâl olmaz.”[36] buyurmaktadır.

Gücü olduğu hâlde kendisinden zekât malı isteyen iki kişiye Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Şunu belirteyim ki zekâtta sizin hakkınız yoktur. Ama yine de isterseniz size vereyim.”[37] demiş, çalışmasına engel herhangi bir özrü bulunmayan kimselere zekâttan pay verilmesinin uygun olmadığını anlatmak istemiştir. Bu hadisten hareketle bir kısım fukaha, çalışma gücü olanların zekâttan pay almalarının haram olduğunu ifade etmiştir.

Bazı fakihler, bu tür kimselerin gerçek hâllerine muttali olunamayacağını belirterek zahirdeki görünümlerine göre onlara zekât verilmesine müsamaha ile baksalar da; bazıları da birden çok kişinin kanaatine göre çalışıp kazanabilecekken bunu yapmadığına hükmedilen, hazır yemeye alışmış kimselere zekât verilmesini doğru bulmamışlardır. Dolayısıyla bu tür insanlara verilecek zekât ile birkaç defa onların elinden tutulsa ve onlara iş yapma imkânları verilerek kendi ayakları üzerinde durmaları temin edilmeye çalışılsa da; önünde çalışma ve kazanma imkânı olduğu hâlde bunu değerlendirmeyen insanlara zekât vermeye devam edilmemelidir. Yani gerçek mânâda iş bulamayan, üretim yapmaya gayret ettiği hâlde kazanamayanlarla, önünde imkânlar olsa bile bunları kullanmakta tem bellik edenler birbirlerinden ayrılmalıdır.

3. Gayrimüslimler

Müslümanlarla savaş halindeki kâfirlere zekâttan pay verilmemesi, hem nasların ifadesi hem de salim aklın vereceği bir hükümdür. Aynı zamanda bu hüküm, ümmetin icmaı ile sabittir. Yüce Mevlâ, إِنَّمَا يَنْهَاكُمُ اللهُ عَنِ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَنْ تَوَلَّوْهُمْ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ “Allah, ancak, sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanıza yardım edenleri dost ve taraftar edinmenizi yasak eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerdir.”[38] buyurmak suretiyle, her fırsatta dinî duygu ve düşüncenin aleyhinde gayret sarf eden kimselere karşı alınması gereken tavrı beyan etmektedir.

Âyetin ifadelerinden de anlaşıldığı gibi burada hedef, Müslümanlara zarar vermeyi âdet hâline getiren gayrimüslimlerdir. Ulemanın pek çoğu, bu durumda olmayan gayrimüslimlere en azından nafile sadaka verilebileceğini söylemişlerdir. Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) böyle bir yaşlıya, beytülmalden aylık bağlattığı rivayet edilir.[39] Aynı zamanda bu, İslâm’ın, insaniyet adına ortaya koyduğu prensiplerin de bir gereğidir. Müellefe-i kulûb hükmünün de bir yönüyle bunu temin ettiği, insanların dine ısınmalarına vesile olduğu malumdur. Bu sebepledir ki Allah (celle celâluhu), farz olan zekâttan müellefe-i kulub’a hisse ayırmış, bununla, İslâm’ın güzelliklerini tanıyıp dünya ve ukbalarının kurtuluşuna vesile olunması hedeflenmiştir.

4. Yakın Akrabalar

Zekâtın verilmeyeceği yerlerden birisi de, kişinin bakmakla yükümlü olduğu yakın akrabalarıdır. Usûl[40] ve fürû[41] ve eş şeklinde özetlenebilecek bu akrabalar, anne-baba, eş ve çocukları içine alırken, kardeşler de dâhil diğer akrabalar bu hükmün dışında kalmaktadır.

Zekâtın, bakmakla yükümlü olunan kimselere verilmesi, ondan beklenen neticeyi vermeyecek ve mal, sadece belli kimselerin elinde dolaşan meta olma hüviyetinden kurtulamayacaktır. Bu ise Kur’ân’ın, malın, zenginler arasında dolaşan bir servet olmaması şeklinde ifade etmiş olduğu genel prensibine aykırıdır.[42] Ayrıca insanın anne-baba ve çocuklar gibi bakmakla yükümlü olduğu yakın akrabalarına zekât vermesinin, insanın kendi borcunu zekât diye ödemesinden bir farkı yoktur.

Bakmakla yükümlü olunmayan diğer akrabalara zekât vermek ise Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarından da anladığımıza göre yabancılara zekât vermekten daha faziletli bir ameldir. Çünkü akrabalarına zekât veren bir kimse, zekât sevabının yanı sıra sıla-i rahim sevabı da elde etmektedir. Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem),  الصَّدَقَةُ عَلَى المِسْكِينِ صَدَقَةٌ وَهِيَ عَلَى ذِي الرَّحِمِ ثِنْتَانِ صَدَقَةٌ وَصِلَةٌ ٌ “Fakire verilen sadaka, sadece bir sadakadır, bir sevabı vardır. Akrabaya verilen sadakanın ise iki sevabı vardır, hem sadaka hem de sıla-i rahim sevabı.”[43] şeklindeki ifadesi de bu hakikate işaret etmektedir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Talha ve Sa’d İbn Ebi Vakkas’a (radıyallâhu anh) olan tavsiyeleri de bu istikamettedir.[44] Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu sahabilerin şahsında bütün ümmetine, ailesini başkalarına muhtaç bırakmaktansa, malın onlara bırakılmasının daha hayırlı olacağını bildirmektedir.

5. Haşim Oğulları

Zekât ve sadakanın kendilerine haram olduğu bir diğer grup da, Allah Resûlü’nün akrabası olan Haşimoğulları’dır. İmam Şafiî, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) aile efradı olarak, Benî Hâşim yanında Muttaliboğulları’nı da sayarak çerçeveyi daha geniş tutmaktadır. Ebû Hanife, İmam Malik ve Ahmed İbn Hanbel gibi imamlar ise, bunu sadece Haşimoğulları’yla sınırlandırmaktadırlar. Buna göre Efendimiz’in yakınları, kendi ailesi, Ebû Talib’in oğulları Hazreti Ali, Akîl, Cafer ile, amcaları Abbas ve Hâris’in soyundan gelenlerdir.

Bunlara sadaka ve zekât malları haram iken hediye kabul etmeleri helal kılınmıştır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine veya ailesine gelen bir şey olduğu zaman onun mahiyetini sorar, hediye ise kendisi ve ailesi için kullanır, çoğu zaman onları da ihtiyaç sahiplerine verirdi. Ancak sadaka veya zekât adı altında gelmişse, doğrudan ihtiyaç sahiplerine ya da devlet hazinesine gönderirdi.

O gün için henüz bir çocuk olan Hazreti Hasan Efendimiz, sadakaya ait bir hurmadan aldığında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu ikaz etmiş ve  أَمَا عَلِمْتَ أَنَّا لَا نَأْكُلُ الصَّدَقَةَ “Bilmiyor musun, biz zekât/sadaka yemeyiz.”[45] buyurmuştur.

Aynı şekilde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنِّي لَأَنْقَلِبُ إِلَى أَهْلِي فَأَجِدُ التَّمْرَةَ سَاقِطَةً عَلَى فِرَاشِي ثُمَّ أَرْفَعُهَا لِآكُلَهَا ثُمَّ أَخْشَى أَنْ تَكُونَ صَدَقَةً فَأُلْقِيهَا “Bazen eve gidiyorum, yatağımın üzerine düşmüş bir hurma buluyorum. Yemek için elime aldığımda, sadaka mallarından olmasından korkuyor ve geri bırakıyorum.”[46] demektedir. Başka bir zaman, bulduğu bir hurma karşısında, لَوْلَا أَنْ تَكُونَ مِنَ الصَّدَقَةِ لَأَكَلْتُهَا  “Sadaka olmasından korkmasaydım yerdim.”[47] buyurmuştur.

Bu ailelerin mevâlîleri[48] de aynı hükme dâhildirler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Benî Mahzûm’dan bir adamı sadaka için görevlendirmişti. Bu şahıs, Efendimiz’in mevlâsı Ebû Râfi’e, “Sen de bana arkadaş ol, ondan payını alırsın.” teklifinde bulundu. Meseleyi Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) götürdüklerinde O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kavmin mevlâsı kendilerinden sayılır. Şüphesiz ki bize sadaka helâl değildir.” diyerek Ebû Râfi’i, toplanan mallardan herhangi bir şey almaması hususunda uyardı.[49]

Bu hükmün hikmetlerinden biri şudur: Sadaka ve zekât, malı temizler; bunlar maldan çıkarılmak suretiyle mal temizlenmiş olur. Dolayısıyla sadakalar bir yönüyle malın kiridirler. Aynı zamanda “almak”, insan onurunu hırpalayan bir şeydir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve yakınları, bu hükümle aziz tutulmuş oldukları gibi, sadaka mallarıyla ilgili bir töhmetten de beri kalmış olmaktadırlar.

Başka ihtiyaç sahiplerine verilen zekât hisselerinden alamayacakları için uğramaları muhtemel mahrumiyetlerini önleme adına İslâm onlara devletin başka gelirlerinden pay ayırmıştır. Hatta İmam Ebû Hanife’den de rivayet edildiğine göre bazı fukaha, bugün o gelirler olmadığından dolayı Benî Hâşim’in fakirlerinin artık sadaka almalarının caiz olduğu yönünde görüş bildirmişlerdir.[50] 

C. Vermenin Keyfiyeti

Fiillerde efdaliyet, zaman, zemin ve şahıslara göre değişiklik arz eder; herhangi bir fiil, zamanın bir diliminde en efdal olup öne geçirilmesi gerekirken, başka zaman ve şartlar altında aynı önceliğini koruyamayabilir. Mesela bir dönemde en önemli amel, Allah ve Resûlü için vatanını terk etme ve başka bir beldeye hicret etmektir. Nitekim Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir seferinde kendisine en faziletli amel sorulduğunda “Hicret” cevabını vermiştir.[51] Zira o gün için hicret, mü’minin fedakârlığını başkalarına gösterme ve aynı zamanda Müslümana güç kazandırmanın adıdır. Başka bir zaman aynı soruya muhatap olan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Vaktinde kılınan namaz”[52]; bir başka zaman “Allah yolunda cihad”[53] şeklinde cevap vermiş; başka bir zaman da Allah katındaki en faziletli amelin “Güzel ahlâk”[54] olduğunu söylemiştir. Dolayısıyla O, zaman, zemin, şahıslar ve durumun hassasiyetine göre bazı işlerin, diğerlerine nazaran öncelik ifade ettiğini bildirmiştir.

Öteden beri zekâtın verilme keyfiyeti üzerinde durulmuş, bir kısım ulema, şahısların, zekâtlarını bizzat ulaştıracakları durumlarda, sekiz sınıfın hepsine birden verilmesi gerektiğine kail olurken, diğer bir kısmı da sekiz sınıf arasında bazılarını ön plâna çıkarmışlardır. Az önce söylediğimiz gibi işin temelinde, efdaliyet durumunun zaman, zemin ve kişilerin içinde bulundukları şartlara göre değişiklik arz etmesi yatmaktadır.

Ulemanın bu noktadaki farklı anlayışlarına tesir eden şey de, bulundukları dönemde en faziletli olanı tespit etme gayretleridir.

Kısa kısa da olsa, bu hususta üzerinde durulmuş bazı konuları ele almakta fayda var.

1. Hepsine Birden Vermek

Burada evvelâ şunu belirtmek gereklidir: Zekât organizasyonunu devlet ya da bu işin altından kalkabilecek herhangi başka bir kurumun ifa etmesi, böylelikle zekât için toplanan malların, âyette geçen ve bizim yukarıda açıklamaya çalıştığımız bütün zümrelere adaletli bir şekilde dağıtılmak suretiyle zekât müessesesinden umulan ferdî ve içtimaî faydaların hepsinin temin edilmeye çalışılması asıldır. Ancak bu bahis mevzuu olmadığında, yani fertler zekâtlarını bizzat kendileri yerine ulaştırma durumunda olduğu ya da fertler namına bazı küçük çaplı müesseseler bu işi deruhte ettiği durumda ne yapılacaktır?

İmam Şafiî’ye göre toplanılan zekâtlar, âyette zikri geçen sekiz sınıfın her birine ulaştırılmalı, her bir sınıftan en az üç kişiye verilmelidir. Zira âyet, bu sınıfları çoğul siğası ile ifade etmektedir ve bu yönüyle de kullanılan lafızlar umum bildirmektedir. [55]

Diğer üç mezhep ise, detaylarda bazı farklılıklar olmakla birlikte genel olarak zekâtın tek bir sınıfa verilebileceğini ifade etmişlerdir. Buna göre insan, zekâtının tamamını bir sınıfa verebilirken, bu miktarın, tek şahıs veya bir kuruma tahsisinde de bir sınırlama bulunmamaktadır. Zira âyet, zekâtın verilebileceği sınıfları açıklamakta ve herhangi birini diğerine tercih noktasına açıklık getirmemektedir. Bilakis onlar arasında yapılacak tercihi şahıslara bırakmaktadır.

Böyle düşünülmeyip de âyetteki zümreler zikredilirken kullanılan harf-i tarifin istiğrak mânâsı ifade ettiği farz edilecek olsaydı, zekât olarak çıkarılan her malın, sekiz sınıf kapsamına giren mevcut her ferde verilmesi gerekirdi ki bu, realitede uygulama imkânı olmayan bir teklif-i mâ lâ yutak (güç yetirilemez bir şeyin emredilmesi) olurdu. Öyleyse zekâtın, masarif-i zekâttan herhangi birine verilmesi, farzı yerine getirme adına yeterlidir ve değişik zorlamalara girme, işi yokuşa sürmekten başka bir şey ifade etmez.

Bununla beraber, gerek daha önce gerekse bu bölümün başında söylediğimiz gibi aslolan, zekât organizasyonunu devletin ya da o çapta bir müessesenin deruhte etmesidir ki hem zekât malları bütün o sınıflar arasında adaletli bir şekilde tevzi edilebilsin hem de zekâttan umulan tüm faydalar gerçekleşsin.

2. Yakınlara Vermek

İslâm, gerek emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker gibi sosyal mükellefiyetlerde, gerekse iktisadî hayatla ilgili meselelerde, öncelik hakkının yakınlara ait olduğunu bildirmektedir. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), umuma yapacağı ilk tebliğde Yüce Mevlâ O’na, وَأَنْذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ “Öncelikle yakın akrabalarını uyar.”[56] ifadesiyle, en yakınlarından başlaması gerektiğini emretmektedir. Ahlâk olarak kendisinde Kur’ân’ın temessül ettiği Allah Resûlü de (sallallâhu aleyhi ve sellem), âyetin emrine imtisalle tebliğe en yakınlarından başlamış ve onları, Rabbin rızası istikametinde bir hayat yaşamadıkları zaman, kurtuluşlarında rolünün olamayacağını bildirmek suretiyle uyarmış ve tebliğ vazifesini deruhte etmiştir.

Daha önce de zikrettiğimiz üzere, Ebû Talha (radıyallâhu anh), “Sevdiğiniz şeyleri infak etmedikçe iyilik ufkuna ulaşamazsınız.”[57] mealindeki âyet gelince, Beyruha isimli bahçesini bütünüyle infak etmek istediğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunu kabul etmemiş ve onu yakınlarına vermesini tavsiye etmiştir.[58]

Aynı şekilde kadın-erkek bütün Müslümanların cömertlik hislerine müracaat edildiği umumi bir himmette, kendisine gelerek kocasıyla oğlunun kanaatlerini aktaran kadına da Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kocan İbn Mesud ve oğlun doğru söylemiş. Senin en hayırlı tasaddukun, onlara yaptığındır.”[59] demek suretiyle, yakınları muhtaç durumdaysa, vereceği sadakayı yakınlarından başlayarak vermesi gerektiğini bildirmiştir.

Elinde olan tek mülkünü tasadduk etmek isteyen fakir bir sahabinin o mülkünü paraya çevirerek kendisine veren Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sonra şöyle buyurmuştur: “Bu parayla önce kendi ihtiyaçlarını gör, şayet artarsa ehline, daha da artarsa yakın akrabalarına infakta bulun. Hâlâ bir şeyler kalıyorsa onları da şöyle şöyle tasadduk et.” Böylelikle infakta olması gereken sıralamayı açıklamıştır.[60]

Bir başka hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sadakanın fakire verilmesinde bir, yakınlara verildiğinde ise iki kat sevap alınacağını bildirmektedir.[61]

Fert olarak tasaddukta yakınlar öncelik kazandığı gibi, Allah’ın adını cihanın dört bir yanında bayraklaştırmayı hedeflemiş müesseseler için de buna benzer bir durum söz konusudur. Dolayısıyla insanımız, fertlerde olduğu gibi kurumlarda da aynı hassasiyeti gösterecek ve öncelikle kendi yakınındaki müesseselerin elinden tutacak, hâlâ gücü varsa uzaktaki, daha uzaktaki müesseselere el uzatacak ve bir araya getirilen himmetlerle Muhammedî ruhun kesintisiz bir şekilde devam ettirilmesine katkıda bulunacaktır.

Bununla beraber bir kimse zekâtını, bakmakla yükümlü olduğu en yakınlarına veremez. Bunlar, fıkhî ifadesiyle “usul” (anne-babası ve yukarıya doğru ataları), “füru” (çocukları ve torunları) ve eşlerdir. Zira insan zaten bunlara bakmakla yükümlüdür. Onlara yapacağı harcamaları zekât borcundan düşemez.

3. Günümüzde Öne Çıkan Bir Vazife

Malî bir ibadet olması yönüyle zekât, içtimaî hayattaki boşlukları kapatması bakımından ayrı bir ehemmiyeti haizdir ve onunla, toplumun eksik ve gedikleri giderilir. Bu yönüyle zekâtın, çöle düşen damlalar gibi eriyip gitmesine müsaade edilmemeli ve mutlaka himmetler birleştirilerek, cemiyetin yaralarına çare hâline getirilmelidir. Özellikle genç dimağların kalb ve kafaları aydın hâle getirilmeli, din adına dudakları çatlamış insanların imdadına koşularak susuzlukları giderilmelidir.

Evet, zekâtı fakir ve miskine vermek güzeldir; bunun yanında, elinden tutulmadığı takdirde yabancı ve yabanî düşüncelerin ağına düşme tehlikesiyle karşı karşıya olan insanların elinden tutarak, kendileri için hazırlanacak nezih ortamlarda, millî ve dinî duygularla mücehhez olarak yetişmelerini temin etmek de bir o kadar hatta belki daha da önemlidir. Duygu ve düşüncede fakirleşme tehlikesiyle karşı karşıya olan neslin elinden tutarak, onları gelecek adına birer düşünce mimarı olarak yetiştirme, üzerimizdeki en büyük vazifelerdendir. Bunun yolu da her köşe ve bucağı eğitim yuvalarıyla şenlendirerek, istikbal vaat eden neslimizi, aklı gibi ruhu da aydın muallimlere teslim etmekten geçmektedir. Böylelikle zekâtlarımız, toplumdaki mühim bir gediği kapatma istikametinde mühim bir rol oynamış olur.

Aslında fakirlikle mücadelenin de yolu eğitime verilen destekten geçer. Zira toplum ve şahısların fakir düşmesinin en büyük sebeplerinden biri cehalettir, dünyayı-ukbayı bilmemek, tanımamaktır. Dolayısıyla uzun vadede fakirlikle savaşmanın en etkili yolu da eğitime yapılan yatırımdır.

Unutmamak gerekir ki her devrin, kendi şartları içinde ehemmiyet kesbeden önemli meseleleri vardır. Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarında olduğu gibi, bazen mal ve bedenle cihad birinci derecede ehemmiyet arz ederken, bazen hacc-ı mebrur, bazen anne-babaya ihsan, bazen vaktinde kılınan namaz, bazı durumlarda da güzel ahlâk ayrı bir önem kazanmaktadır. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanlarına akseden şekliyle değişik zaman ve zemine göre, bazı amellerin diğerlerine nazaran öncelik kazandığı bilinen bir gerçektir.

Şayet biz, bugün cihanın bizden beklediklerine kulak vermeyi ve üzerimizdeki vazifeyi ifa etmeyi düşünüyorsak, bunun yolu, her köşe başında açacağımız müesseselerle neslimize sahip çıkmaktan geçmektedir. Himmetlerimizi bir noktada teksif ettirecek, en az güçle en verimli olmanın yollarını bulacak ve akıl almaz mahiyette seri iletişimin yaşandığı dünyada, aynı serilikle, yapılması gerekenleri yaparak neslimize, içinde her daim Muhammedî havanın yaşandığı canlı ve dinamik müesseseler takdim edeceğiz.

D. Günümüzde Zekât Organizasyonunu Deruhte Eden Kurumlar

Bilindiği gibi zekâtın hedefi, bilhassa maddenin dengesiz dağılımından kaynaklanan içtimaî hastalıkları sona erdirmek, fertleri, birbirini perçinleyen tuğlaların binayı sağlam tuttuğu gibi, cemiyet binasını sağlam tutan yapı taşlarına dönüştürmek, bu suretle toplumu kuvvetli temellere oturtmaktır. Toplum içinde bu istikamette oluşturulmuş müesseseler vardır. Talebe fonları, vakıf, yardım derneği gibi müesseseler, nasla anlatılan sekiz sınıftan biriyle, hatta bazen birkaçıyla birden irtibatlıdır. İcra ettikleri vazife itibarıyla, âyette zikredilen bazı zümrelerle aynı çizgide değerlendirilebileceği veya o zümrelere zekâttan hak ettikleri para ve emtiayı ulaştırmada rolleri olabileceği için bu müesseselere de öteden beri zekât verilegelmiştir. Genelde vücuh-u hayriyye tabiriyle ifade etme imkânı bulduğumuz bu müesseselerle, içtimaî hayattaki ölü noktalara ulaşılabilmekte ve böylelikle ortaya çıkabilecek bir takım mahrumiyetlerin, mağduriyetlerin, hastalıkların önü alınmış olmaktadır.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadelerinde Müslüman bir toplum, tek bir uzuv gibidir. O vücutta bir aza rahatsız olduğunda, bütünüyle beden ızdırap çeker.[62] Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, içtimaî hayatta âtıl kalmış bir uzvu ihya etmenin, vücudu ihya anlamı taşıdığı görülecektir. Dermansızlara derman, ümitsizlere ümit, muzdariplere de merhem olunmak suretiyle içtimaî hayatta her fert aktif hâle getirilebilir. Cemiyeti oluşturan tüm birimlerde/alanlarda Allah’ın istekleri doğrultusunda bir hayat yaşanırsa, işte o zaman çalıp-çırpmalara şahit olunmaz, yol kesiciliğin yolu kesilir, eşkıyalığın temeline dinamit konulmuş olur ve toplum topyekûn huzur soluklamaya başlar.

 E. Temlik

Temlik; bir malı, bir kimseye, mülkiyetine geçecek şekilde vermek demektir.

Kendilerine zekât verilecek sekiz sınıfı Kur’ân bizzat zikretmekle birlikte âyette, temlik meselesini ifade eden açık bir beyan bulunmamaktadır. Ancak pek çok ulema tarafından konu sistemleştirilerek, bunun üzerinde hassasiyetle durulmuş ve zekât malının, zekâtı alan şahsın mülkiyetine geçmesinin lüzumu üzerinde durulmuştur.

Zekât almaya hak kazanan kişilerin, alacakları miktar üzerinde istedikleri gibi tasarruf edebilmeleri için, o mala tam mülkiyetlerinin olması elbette ki şarttır. Yani zekât, istihkak kesp eden şahıslara temlik suretiyle verilmelidir ki, ihtiyaçlarını, hür iradeleriyle ve bir başkasının sınırlaması olmadan giderebilsinler. Aksi hâlde esas maksadın gerçekleşmesi mümkün olmadığından dolayı, zekâtla hedeflenen ferdî ve içtimaî faydaların gerçekleşmesi mümkün değildir. Onun içindir ki bir kısım ulema, zekâtta temliki şart koşmuştur.

Zekâtın verileceği yerler sıralanırken âyette kullanılan malzeme, bu noktada önem arz etmektedir. Âyette fakir, miskin, zekât memurları ve müellefe-i kulubdan oluşan ilk dört kesim ifade edilirken “lam” harf-i cerri kullanılmış; köleler, borçlular, Allah yolu ve yolda kalmışların anlatıldığı ikinci kısımda ise “fî” harf-i cerri tercih edilmiştir. Temliki şart gören ulema, bütün sınıflar için başta zikredilen “lam” harf-i cerrinin mukadder olduğunu düşünmüş, bu harf-i cerdeki temlik mânâsının bütün bu sınıflar için geçerli olduğunu söylemiş, dolayısıyla zekâtın yalnızca fertlere verilebileceği, herhangi bir müesseseye verilemeyeceği sonucuna varmışlardır.

Ne var ki zekât verilmesi gereken sekiz sınıftan dördünün “fî” harfiyle zikredilmesi, “lam” harfinin sadece temlik mânâsına değil, tebyin mânâsına da gelebileceğini göstermektedir. Aksi hâlde âyet aynı minval üzere gider ve hep “lam” harfi kullanılırdı. Demek ki burada, algılamamız gereken başka nükteler vardır.

Öte yandan “fî” harfinin kullanıldığı sınıflar, genel itibarıyla ferdin takatini zorlayan ve kollektif çalışmayı gerektiren hususlardır. Bilhassa “fî sebilillah/Allah yolunda” kavramının eksantriği olabildiğince vüs’atli ve uygulama alanı o ölçüde geniştir. Büyük çoğunluk itibarıyla mücahitler olarak algılanan fî sebilillah’ın tatbik sahasının, bazı ulema tarafından hac ibadetini yerine getirenlerle ilim tahsil edenleri de kapsayacak şekilde genişletildiğini görmekteyiz.[63] Bilhassa Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Suffe ashabının ihtiyaçlarını görmede zekât mallarını kullandığı hatırlanacak olursa, i’lâ-yı kelimetullah için hazırlık yapan mücahidîn zümresine zekât verileceği ve onların yetişmelerinde gerekli ortamı hazırlamak için kendilerinden istifade edilecek müesseselerin ihya edilip ihtiyaçların bu fonla da karşılanabileceği ortaya çıkmaktadır.

Temliki mutlak bir şart görüp, zekât bizatihi fakirin eline verilmediği sürece mükellefiyetin yerine gelmiş olmayacağını iddia eden bir yaklaşım, zekât fonuyla ihya edilebilecek hayır yuvalarının buradan hisse almasına mâni olacak, başka gelirlerin de olmadığı yerde bu kurumların faaliyetlerini destekten mahrum bırakacaktır. Bu da zekât fonunun işlerlik sahasını oldukça daraltacaktır. Zira bugün için cihad, mahiyet değiştirmiştir. Bir zamanlar düşmanla meydanda mukatele şeklinde cereyan ederken, bugün kılıç yerine kalemin hâkim olduğu bir alana kaymıştır. Bediüzzaman’ın deyimiyle bugün, “mukabele-i bi’s-suyuf” (kılıçla mücadele) yerine “mukabele-i bi’l-huruf” (harfle, sözle, kalemle mücadele) vardır. Dolayısıyla aynen cephede düşmanla yaka-paça olan mücahitlerin durumunda olduğu gibi, fikir mücahedesinde küfür dalgalarına göğüs gererek Allah’ın adını cihanın dört bir yanına ulaştırmayı hedefleyen kalem ve fikir mücahitlerine de zekât verilmelidir. Zekât bizzat onların kendilerine verilebileceği gibi, onların barınmaları ve yetişmeleri için açılan müesseselere de verilebilir ve zekât mükellefiyeti yerine getirilmiş olur. Hatta böyle davranan bir insan, günümüz şartları açısından belki de en isabetli yere zekâtını ulaştırmış olur.

Bugün itibarıyla pek çok âlim, Müslümanların içtimaî alanda karşılaştıkları problemlerin üzerine giden birçok müessesenin, zekât fonuyla inşa ve ihyasının mümkün olabileceğini dillendirmektedirler. Hatta fî sebilillâh kullanılması düşünülen bir kısım muhabere ve muvasala organlarından finans kaynaklarına, hastane ve laboratuvarlardan, yeni nesli İslâm’ın değerleriyle tanıştıracak eğitim yuvalarına kadar birçok müessesenin bu fonla tesis edilebileceğini günümüzün bazı âlimleri ısrarla vurgulamaktadır. Aynı zamanda yapılacak böyle bir tercihle, zekât malı, sadaka-i cariye nevinden sahibine daima sevap getiren bir akar olma hüviyetini de kazanacaktır.

Meseleye bu açıdan bakınca, günümüz fikir işçilerinin maddî ve mânevî açıdan tam donanımlı yetişmeleri adına kurulan her müessesenin fî sebilillah kavramı içine gireceğini söylemek mümkündür. Bu müesseseler, bugün, en isabetli ve kalıcı bir cihad şekli ifa edecektir. Dolayısıyla günümüzde zekât vermek isteyenlere, memleketimizin kültür hayatı adına canlanmasını ve bu canlılığın dalgalanarak cihanın her yanına yayılmasını netice verecek iman ve Kur’ân hizmetlerine sahip çıkmalarını; farklı bir tabirle zamanın şartlarını göz önünde bulundurarak zekâtları vasıtasıyla meydana gelecek maddî gücü iman ve kültür hayatımıza katkı sunacak ve böylece neslimizin beklediği hizmeti verecek müesseselerde birleştirmelerini tavsiye etmek isabetli bir davranıştır.

Öte yandan, bu durumda zekât paraları belki gerçek şahıslara temlik edilmiş olmuyor ama pek çok ihtiyaç sahibine sahip çıkacak müesseselere, bu hükmî şahıslara mülkiyet olarak verildiği için temlik şartından çok da uzak düşmüş olunmayacaktır.

Unutmamalıyız ki İslâm’ın, Müslümanlara emrettiği hususlardan biri de, hasımlarına karşı caydırıcı güç olmak üzere ellerinde daima potansiyel bir kuvvet bulundurmalarıdır. وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ “Gücünüz ölçüsünde onlara karşı kuvvet hazırlayın.”[64] mealindeki âyet-i kerime bunu emretmektedir. Nitekim Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), cihadda aktif olarak kullanılan atların yanında, her beldede, o beldenin büyüklüğüne göre binlerce atı da potansiyel güç olarak hazır tutması,[65] âyeti çok iyi yorumladığını göstermektedir.

Bunun içindir ki birçok ulema, mücahitlerin cihadda muhtaç oldukları her türlü levazım ve mühimmatın, bu âyetin ifadesinde yeri olduğu düşüncesiyle fî sebilillah kaydı içine gireceğini ve bu istikametteki ihtiyaçların tamamen zekât fonundan karşılanabileceğini ifade etmişlerdir.

Asıl maksat, ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre bunları mücahitlerin bizzat kendilerine değil de ordunun emrine vermek daha makul olabilir. Böylece zekât malları, mücahitlerin cihaddaki ihtiyaçlarına, yerli yerinde ve en uygun şekilde harcanmış olacaktır. Mesela yiyecek ve giyecek gibi cüzi şeyler mücahitlerin bizzat kendilerine verilebilirken, ağır silahlar doğrudan birliğin emrine verilecek ve bu suretle, en verimli surette değerlendirilme şansını elde edecektir.

Günümüzün mücahede usulü olan kalemle mücahede de böyle değerlendirilebilir, bu alanda iş gören müesseselere zekât paralarından ayrılacak fonla çok büyük hayırlara vesile olunabilir.

Bitirirken

Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadisten anladığımıza göre, mü’min, yeri ve zamanı geldiğinde farz olan zekâtının dışında da bazı mükellefiyetlerle mesul tutulabilmektedir.[66] Bu, bazen inananların bir araya gelerek himmetlerini birleştirmeleri şeklinde tahakkuk edeceği gibi, bazen de ihtiyaç hâsıl olduğunda devletin, raiyyetinden infakta bulunmalarını talep etmesi suretiyle gerçekleşir. Bazı durumlarda vermeyenlerden zorla da alınabilecek bu vergiyle, toplumdaki yaraların sarılması, zaruri bir kısım maslahatların tahakkuku hedeflenir.

Öyle yer ve zaman olur ki orada siz, bırakın bütün malmülkünüzü, canınızı bile verseniz yapılması gerekenler açısından oluşan gediği dolduramazsınız. Mesela Uhud gününde sahabe, tüm imkânlarını seferber etmenin yanında, canını da pazara dökmeyi yeterli görmüyor, ölümlerini geciktirmeyi bile bir vefasızlık olarak değerlendiriyorlardı. Resûl-i Ekrem’in öldürüldüğü şayiası ortalığı sarınca, içlerinden bir çoğu, “O’nun öldüğü yerde siz niçin yaşıyorsunuz?” deyip düşman saflarına dalmış ve O’na olan bağlılıklarını bir kez daha göstermişlerdi.

Meseleyi günümüze getirecek olursak bugün, şayet bugün dünya İslâm’ın dirilten soluklarına muhtaçsa, Ruh-i Revân-ı Muhammedî’nin hayatbahş nefesine hasretse, insanlık fitnelerle, fesatlarla, harplerle boğuşuyorsa, Müslümanlar adına yapılacak çok şey var demektir. İnanan insanlar olarak her şeyimizle ortaya dökülmemiz ve bu uğurda bütün cehd ü gayretimizi ortaya koymamız gerekmektedir. Böylelikle yeryüzündeki zulümlerin, fitne ve fesadın önü alınacak ve Müslümanlar, “ümmet-i vasat” (en hayırlı, dengeli, adaletli ümmet)[67] olmanın hakkını vermiş olacaklardır.

Evet siz, ümmet-i vasatsınız; ahirette diğer ümmetler için şehadet edeceksiniz. Allah da o gün sizin şehadetinize kıymet verecektir. Aynı zamanda bunun mânâsı, “Siz dünyaya muvazene unsuru olarak gönderildiniz.” demektir. Bu dengede sizin ağırlığınız hissedilecek ve himmetlerinizle nice mazlumların iniltisi dinecek, nice mağdurlar mağduriyetten kurtulacak ve nice zalim, cebbar, hodfuruş ve firavun karakterli mütekebbirlerin tecavüzleri duracaktır. Bütün bunlar, yeryüzünün beklediği umumi sulhu ikame etme adına çok önemlidir.

Bir başka yaklaşımla siz, mahruti bir bakışla cihanın dört bir yanına uzanacak ve birinci asrın insanının 25-30 sene gibi kısa bir sürede dünya muvazenesindeki muallâ mevkiine yükselmesi gibi, size ihtiyaç duyan bir dünyaya el uzatacaksınız. Bunun gerçekleşmesi, ihlâs ve samimiyetle bu davaya gönül vermenin yanında maddenin de seferber edilmesine dayanıyorsa, “cimri zekâtı” diyebileceğimiz ince hesaplarla ortaya konan miktarlarla tahakkuku mümkün olmayacaktır.

Ümmet-i vasat olmanın gereği içinde meseleye baktığımızda, hem Allah katındaki mesuliyetimiz hem de gelecek nesiller ve dünya sulhu adına yapmamız gereken vazifenin ağırlığı, bütün imkânlarımızı seferber edip yapacağımız hamle ile aydınlık ufuklara yelken açmayı zaruri kılmaktadır. Öyleyse dûnhimmetlik yaparak asgari sınırdan zekât vermektense himmetimizi âli tutmalı, güç ve zamanımızı rantabl olarak değerlendirmeliyiz ki üzerimize düşen mükellefiyetleri bihakkın eda etmiş olalım. Dolayısıyla bugün Müslümanlar bu uğurda ne kadar çok verirlerse, Allah katında o kadar hora geçecek ve Resûlullah nazarında makbul olacak bir hareket sergilemiş olacaklardır. Canla başla, malla mülkle Allah yoluna baş koyarak, bir adanmışlık ruhuyla insanlığın problemlerini çözmeye namzet olduklarını hem kendilerine hem de âleme göstermiş olacaklardır.

Öyleyse mesele inanmaya bağlıdır ve herkes, inandığı ölçüde meseleye sahip çıkacaktır. Müşahhas ve mücessem olmaması yönüyle bunun ölçüsü de yoktur. Allah adının, cihanın dört bir yanında bayraklaşmasını, Resûlullah’ın yâd-ı cemilinin sinelerde derman olmasını ve topyekûn cihanın huzur soluklamasını arzu eden bir mü’min, canını dahi verse az görmeli ve “Keşke kırk canım olsaydı ve ben de kırkını birden bu uğurda verseydim.” diyecek bir duyarlılık sergilemelidir. Tıpkı Bizanslıların bin bir çeşit işkenceleri karşısında başındaki saçları kadar canı olsa ve her gün birini koparsalar bile yine de Allah ve Resûlü’nün yolunda kendine düşeni yapmış olmayacağı inancını taşıyan Abdullah İbn Huzâfetü’s-Sehmî ve “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslim-i silah edip vatan, millet ve İslâmiyet’e hıyanet etmem, hakikat-ı Kur’ân’a feda olan bu başımı zalimlere eğmem.” [68] diyen asrımızın fikir mimarı gibi.

Bu itibarla biz, bütün mâmelekimizi Allah yolunda infak etsek, yine de ikame etmeyi düşündüğümüz hakikat karşısında bunu az görecek ve “Keşke yüz canımız olsaydı da hepsini feda etseydik.” demeyi bir vazife bileceğiz. Böylelikle, asrın büyük çilekeşi, muzdarip ve dertlisinin rampaya yerleştirdiği bu hareketi, yine onun verdiği ölçülerle hedefine ulaştırma adına önemli mesafeler katedecek, ümmet-i vasat olduğumuzu Allah’ın ve Resûlullah’ın ve Mele-i A’lâ’nın sakinlerinin şehadetine arz etmiş olacağız.

Nisapların hesaplanmasındaki rakamlar, altına düşülmemesi gereken en düşük, minimum miktarlardır. Bunda, “Hiç olmazsa bu kadarını vererek nimetin şükrünü eda edin, malınızın hakkını ifa edin ve Allah davasına omuz verin, fedakârlıkta bulunun ki, O’na karşı vefa sözünüze muhalefet etmiş olmayasınız.” mânâsı vardır. Sadece farzlarına riayetle kılınan namazın, mü’min üzerinden farz mükellefiyetini kaldırmasına rağmen, âyetin ifadesiyle “fuhşiyat ve münkerattan alıkoyma”nın,[69] ancak kâmil mânâda eda edilen bir namazla gerçekleşmesi gibi; nisaplarına riayetle eda edilen zekât, mü’min için umumi mükellefiyet noktasında yeterli olurken, ferdî ve içtimaî tüm yaraları sarma ise, insanın kendi malına ait nisapların ötesinde, toplumda açılmış gediklerin gözetilmesine ve bunların onarılması için ne kadarına ihtiyaç varsa herkesin elinden geldiğince onu hedefleyerek bir “verme” seferberliğine girişmesine vabestedir.

Bugün Allah’a binlerce hamdolsun ki O (celle celâluhu), elindeki imkânları bütünüyle seferber eden civanmert insanların varlığını bize gösterdi. Tek mameleki olan evinin tapusunu, arabasının anahtarını Allah yolunda infak etmek isteyen insanların varlığına şahit olduk ve Sahabe ruhunun tekrar canlandığını gördük. Allah’tan temenni ve dileğim, başlattığı bu bezmi sonuna kadar devam ettirmesidir. Böyle bir civanmertlik, insanlık âleminde büyük yankılar uyandıracaktır. Yeter ki biz, başlatılan bu bezmi, önümüze çıkan basit engellerle, –dinamizmimizi koruyamayıp iç deformasyona maruz kalmakla– kendi ellerimizle bozmayalım.

Allah’ın vaadinden ve bugüne kadar insanlara olan muamelesinden biliyoruz ki O, “insanlar duruşlarını değiştirmediği sürece, onlara verdiği nimeti ellerinden almaz.”[70]


[1] Tevbe sûresi, 9/60.

[2] Bakara sûresi, 2/273.

[3] Beled sûresi, 90/16.

[4] Buhârî, zekât 62, 40; Müslim, imân 29, 31.

[5] Bkz.: Buhârî, zekât 67, hibet 17, imân 3, ahkam 24, 41; Müslim, imâre 27.

[6] Buhârî, zekât 62, 40; Müslim, imân 29, 31.

[7] Müslim, zekât 29; Ebû Dâvûd, zekât 5.

[8] Müslim, 177; Ebû Dâvûd, zekât 5.

[9]. Tirmizî, zekât 18; Ebû Dâvûd, harac 7; İbn Mâce, zekât 14.

[10] Buhârî, 55, ahkâm 16; Müslim, zekât 110-11.

[11] el-Kilâî, el-İktifâ, 2/58.

[12] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, 2/585.

[13] Müslim, fezâil 59; Tirmizî, zekât 30. 363  Hucurât sûresi, 49/14.

[14] Müslim, fezâil 57; İbn Huzeyme, es-Sahîh, 4/70.

[15] Usul-i fıkıhta “illet”; hükmün üzerine bina edildiği, hükmün varlığının, varlığına bağlı olduğu vasfa denir. Dolayısıyla illetin mevcut olduğu durumda hükmün varlığından söz edilebilirken, illet yoksa hüküm de yoktur

[16] İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, 9/196-197; el-Kilâî, el-İktifâ, 2/153.

[17] Buhârî, zekât 9, 16, fiten 23; Müslim, zekât 58.

[18] Buhârî, iman 20; Müslim, eymân 38-40.

[19] Ebû Dâvûd, zekât 24; Muvatta, sadaka 17.

[20] Müslim, müsâkât 18; Ebû Dâvûd, büyû 60; Tirmizî, zekât 24.

[21] Buhârî, ilim 42; hars 21; i’tisâm 22; Müslim, fezâilü’s-sahabe 159.

[22] Bakara sûresi, 2/273.

[23] Buhârî, isti’zân 14; rikâk 17; humus 6; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 1/79, 106; 2/515.

[24] İbn Hibbân, es-Sahîh, 14/468.

[25] Buhârî, i’tisam 16; Tirmizî, zühd 39.

[26] el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân, 7/314; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, 7/109; 8/42.

[27] Tevbe sûresi, 9/92.

[28] Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.87 (İlk Hayatı)

[29] Ebû Davud, zekât 25.

[30] Buhârî, zekât 62, 40; Müslim, imân 29, 31..

[31] Haşir sûresi, 59/7.

[32] Ebû Dâvûd, zekât 23-24; Tirmizî, zekât 23; Nesâî, zekât 91.

[33] Ebû Dâvûd, zekât 25; İbn Mâce, zekât 27.

[34] Necm sûresi, 53/39.

[35] Bkz.: Buhârî, büyû 15.

[36] Ebû Dâvûd, zekât 23-24; Tirmizî, zekât 23; Nesâî, zekât 91.

[37]  Ebû Dâvûd, zekât 23; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 4/224.

[38] Mümtahine sûresi, 60/9.

[39] Ebû Yusuf, Kitabu’l-harac, s.139.

[40] Usûl: Kişinin annesi-babası, dedesi-ninesi... şeklinde daha önceki nesilleri de içine alacak şekilde “ataları”dır.

[41] Fürû: Kişinin çocukları, torunları, torunlarının çocukları... şeklinde sonraki nesilleri de içine alacak şekilde zürriyetidir.

[42] Bkz.: Haşir sûresi, 59/7.

[43] Tirmizî, zekât 26; Nesâî, zekât 28.

[44] Bkz.: Buhârî, vesâyâ 2-3; menâkıbü’l-ensâr 49; Müslim, vasiyyet 5-7; zekât 42-43.

[45] Buhârî, zekât 60; Müslim, zekât 161.

[46] Buhârî, lukata 6; Müslim, zekât 162-163.

[47] Buhârî, büyû’ 4, lukata 6; Müslim, zekât 164-165.

[48] Mevlâ (çoğulu mevâlî): Bir kimse kölesini azad ettiğinde, bu azatlı köleye, eski efendisinin “mevlâ”sı denir. Aralarında bazı hukuk cari olur. Âdeta bir yönüyle aileden biri gibi olur.

[49] Ebû Dâvûd, zekât 30; Tirmizî, zekât 25.

[50] Ali el-Kari, Fethu babi’l-inaye, 1/539.

[51] Tirmizî, zekât 27; Dârîmî, zekât 17.

[52] Buhârî, mevâkît 5, cihâd 1, edeb 1, tevhîd 48; Müslim, imân 138-140.

[53] Buhârî, edeb 1; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 2/32.

[54] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 4/385; Tirmizi, birr 61, 62.

[55] Bkz.: eş-Şâfiî, el-Ümm, 2/87; Mâverdî, el-Hâvî el-Kebîr, 3/387.

[56] Şuarâ sûresi, 26/214.

[57] Âl-i İmrân sûresi, 3/92.

[58] Buhârî, zekât 44, vekâle 15, vesâyâ 17, 26, tefsîr (3) 5, eşribe 13; Müslim, zekât 42-43.

[59] Buhârî, zekât 44.

[60] Müslim, zekât 41.

[61] Tirmizi, zekât 26.

[62] Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66.

[63] Bkz.: Reşid Rıza, Tefsîru’l-menâr, 10/431.

[64] Enfâl sûresi, 8/60.

[65] et-Taberî, Tarihu’l-ümem ve’l-mülûk, 4/51.

[66] Tirmizî, zekât 27; Dârîmî, zekât 17

[67] Bkz.: Bakara sûresi, 2/143.

[68] Bediüzzaman, Şuâlar, s.439 (On Dördüncü Şuâ, Üçüncüsü).

[69] Bkz.: Ankebût sûresi, 29/45.

[70] Enfâl sûresi, 8/53; Ra’d sûresi, 13/11.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.